Yalnızlığın Ederi

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 21:57

0

10000$

A Song for the Birthday Boy

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:30

1


Doğum gününde mutlu olur insan. Ya da öyle olması gerektiğine inandırılmıştır. Bana sorarsan hüzünle beslenmiş günlerin en güzelidir. Bu hayatta 27'ncisi az önce bitti...

Çal keke çaaaal!

"now I'm looking for you, or anyone like you..."

Edward, but not Cullen

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:13

0

Şunun kadar güzel replik az bulunur sinema tarihinde...

Pazartesi Notları #137

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:22

0

  • Yazın her şey zor. Çalışmak zor, okumak zor, yürümek zor, koşmak zor... Durmak bile zor! En zoru da yazmak benim için. Havuzlardan, deniz kenarlarından fotoğraflar paylaşabilirim, altına da hayatın çok zor olduğunu söyleyip dalgamı da geçerim bir güzel. Ama yapmıyorum. Sonbaharın gelişiyle her şey tersine döner bende. Akşam erken çöker, insanlar çabuk çekilir şehirden ve sadece dalga sesleri kaplar kenti... Yazmak olacaksa melankoli de olmalı. Melankoli varsa ben de varım. I'm a melancholy man, that's what I am and I can't help it...
  • Çılgın bir projem var. Gerçekleştiği takdirde paylaşacağım. Aslında gerçekleşmediği takdirde paylaşmam daha doğru sanki, böyle deyince bilemedim birden.
  • Ben eskiden bu bloga - bu bloga değil de daha çok eski bloga - sinema üzerine yazardım. Şimdi sinemada izlediğim son filmi dahi hatırlamıyorum. The Hobbit'i izlediğimi biliyorum, sonrası meçhul...
  • DVD'ye para basmaya devam ediyorum ama onlar da sadece rafları süslüyor artık.
  • İzlediğim dizilerin neredeyse tamamı da bitmek üzere ve yeni bir diziye başlamak çok angarya geliyor.
  • Dün gece rüyamda Fatma Girik'tim. Rüyamda bile ancak Fatma Girik olabiliyorum, durumun vahametini anlamanız bakımından hani...
  • Neyse, onu bi' ara ş'aparız...

Gördüğüme Sevindim...

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 23:05

0



Tarkan'ı değil tabii ki...

Dönence

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:22

0

Dünyanın benim etrafımda dönmesi gerektiğine inanmaya başladığımdan beridir güneşe olan düşmanlığım... Artiz şey!

How to Fight Loneliness

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:55

0


There are some songs which bring your past memories back and ruin your future life...

Wild World

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:10

0


Camomile

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:45

1

And then the camomile said "You should've told her, because she loves too"

İnsanız Arada Bir

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:45

0

Bizler yarın sabah kahveyi nereden alacağına, yeni akıllı telefonunun markasının ne olacağına karar veremezken bir yerlerde hayatın sillesini her gün yemek zorunda kalanlar var. Gün sonunda ceplerinde kalanın akşam eve ekmek götürmeye yetip yetmeyeceğini düşünmek zorunda olanlar hani... Gün herkesten çok onların günü aslında; kutlaması bizlere düşse de onlar, bu bayramı en çok hak edenler bugün de çalışmak zorunda. Gördükleri, yaşadıkları ise insan olana reva değil. Biber gazının yaratacağı gözyaşı zorunlu bir gözyaşıdır da zulüm neticesinde yürekten akan gözyaşının kıymeti bir başkadır be!

Hani güzel günler görecektik yahu? Hani motorları maviliklere sürecektik?

Hani çocuklar oyunlar oynayacaktı?

Hani çocuklar hiç ağlamayacaktı?

Emekçi Ol Muzaffer

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:05

0

Nazım'ın ne hikmetse Yapı Kredi Yayınları Bütün Şiirleri kitabında bulunmayan şiiri...

Sadece Bil

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:20

1


Vesionari

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:25

0



Son iki haftama hükmeden üçlü...

Pazartesi Notları #136

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:25

0

  • Haziran ayında Kojima yine büyük bir sürpriz yapacak: Metal Gear Solid Legacy Collection! Üstelik bu defa MGS1 gibi bir efsaneyi de yeniden oynama şansına erişeceğiz. Tabii ki "Only on PlayStation."
  • Didier Drogba'sız geçen günlerin vay canına yanayım!
  • Allah Fatih Terim'i de başımızdan eksik etmesin.
  • Geçtiğimiz hafta içinde Dexter'in final sezonuna ait ilk görüntüler yayınlandı. "Sonun Başlangıcı" sloganının göze sokulduğu tanıtımda Debra'nın Dexter'a yanlış kişiyi öldürdüğünü söylemesi de son sezonda bizi neyin beklediğine dair güzel bir detaydı.
  • Artık Sivas Caddesi de yok zaten :'(

Vazgeçmedim

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:15

0

''Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim...''

Kinyas ve Kayra

Yoksa Şüphen mi Var?

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:50

0


Pazartesi Notları #135

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:35

0

  • Pinhani'nin son albümünde yer alan "Ya Sen Olmasaydın" adlı parçanın etkisinden bir türlü çıkamıyorum. İyi ki varsın Pinhani! Ağzımıza sıçıyorsun ama bu da bir şeydir neticede.
  • The Hobbit: An Unexpected Journey de DVD ve Blu-Ray seçenekleriyle raflardaki yerini aldı. Yüzüklerin Efendisi'nin DVD'sine sahip olabilmek için bir sene beklediğimizi düşünürsek özellikle bu alanda son 10 yılda çok şey değişmiş. Evet.
  • İstanbul'da hava 10 gündür kötü olmayaydı iyiydi.
  • Galatasaray cephesinde de işler yolunda çok şükür. Takıma güvenim sonsuz olsa da masa başı oyunları sebebiyle şüpheye düşüyorum. Yâr etmeyecekler gibi geliyor mutluluğu. Yine de Orduspor ve Mersin İdman Yurdu maçları gösterdi ki bizim adımız Tatar Galatasaray ve biz bu oyunu bozarız!
  • Pringles hakkında şöyle bir şey okudum ve hak verdim: "Dünyada hava satmayan tek cips markası"
  • Sivas Caddesi... Güzel yermiş diyorlar...

Ki Ne Yandım...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:14

0



Bana yeniden şarkılar söyleten kadın...

Beni Oryante Etme

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:40

0

Yeni mesleğe uyum yasaları gereğince dediler ki; "Seni oryante edeceğiz. Al bu uçak biletin, günlük de X TL harcırah sana, ama fiş kestirmeyi de unutma."

İstanbul her türlü güzeldir güzel olmaya da öğrencilik zamanında yurt arkadaşlarınla, okul arkadaşlarınla, ev arkadaşlarınla özdeşleştirmişsin bir kere bu koca şehri; özdeşleştirecek o kadar şey varken halbuki. Şimdi gelip baktığımda hiçbiri yok. Haliyle her ne kadar tanıdığım bir yere gelmiş de olsam tüm aşinalığıma karşın etrafımla bir farkındalık sorunu yaşadığım da gerçek.

Neyse ne... Oryante ediyorlar beni. Ha ilk hafta sonunda zaten bilmediğin ne öğrendin diye sorarsanız eğer Kayseri'de Sivas Caddesi diye bir yer varmış. Şimdiye kadarki en mühim (ve muhtemelen yegâne) kârım da bu işte. Bir hafta daha ve sonra Sivas Caddesi de yok. Garip şey doğrusu; geçen haftaya kadar Sivas Caddesi yoktu, hoş; olmasa da olurdu. Bu hafta Sivas Caddesi var. Haftaya da var ve sonra yok! Bir varmış bir yokmuş...

Hiç bilmez bu şehir, hiç anlamaz bu şehir
Hiç görmedi seni, hiç görmedi bizi birlikte

Bazen...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:30

0

İnsanın kendini hayata bağlı hissettiği anlar da olmuyor değil. Henüz o vakit gelmese de yaz akşamları balkonlardan yükselen kahkahaların, birbirine vuran okey taşlarının ve ince bellinin bir o ve bir de bu köşesine vuran kaşığın çıkardığı sesi İstanbullarda bulamaz insan. Ya da ne bileyim işte, gündüz ne kadar sıcak olursa olsun gece çökünce püfür püfür esen o ılık rüzgârın denizi olduğu kadar perdeyi de dalgalandırarak tende bıraktığı rahatlama duygusunu da özlüyor bir yerde. Şöyle bir bakınca insanı anlamsız bir şekilde mutlu ve hayatta hissettiren şeylerin tamamı küçük şeyler ve detaylar.

Ha'di ula sen de!

Pazartesi Notları #134

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:05

0

  • Jalapeno güzel şey. Kühne'nin piyasaya sürdüğü cam kavanozlar tercih edilmeli.
  • God of War: Ascension nihayet çıktı. Oynamak içinse önümüzdeki hafta sonunu beklemek zorunda kalacağım, o ayrı.
  • The Walking Dead kadar angarya gelen bir dizi daha hatırlamıyorum. Sıralamaya koyacak olsam "The Walking Dead: The Game > The Walking Dead çizgi roman > The Walking Dead dizi" derim. Dizi öylesine boka sarmış durumda ki hâlâ neden takip ettiğime anlam bile veremiyorum.
  • Gelmiş geçmiş en etkili uyandırma servisi hiç kuşkusuz Chop Suey'dir.
  • Akbank da iktidarın resmi bankasıymış gibi gelmiyor mu size?
  • Kendini intihar etmek gibi bir saçmalık var ya hani, İngilizler de "self-suicide" diyorlar mıdır?
  • Teenage Mutant Ninja Turtles yeni hâliyle ekranlarda. Eski hâline aşina olan biz 90'lı yılların çocukları rahatlıkla burun kıvırabiliriz. Yeni nesil şu çizgi diziyi görüp de "Ninja Kaplumbağalar da bu muymuş?" demez umarım.

Yitirmeden...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:25

1

Pinhani güzel grup. Hâlden anlayanlardan... "Durup düşünmeye zamanın olur mu?" diye soruyorlar ya hani, olmuyor hakikaten. Tam bir sene olmuş bugün toprağın altı ile üstünün muhasebesini yapmaya başlayalı. Geriye pek çok hatıra kalmış belki de ama o kişiye ait benimle en alakasız şeye bağladım tüm anıları. Bir yüzük... Koklamaya kalksan kokusunu vermez sana; görmüş geçirmişliği çoktur, sorsan anlatacağı epey vardır ama dili yok heyhat.

İnsan alışıyor. Unutmuyor ama alışıyor. Unutsa koymayacak belki ama alışmak çok koyuyor işte. Daha bir sene öncesine kadar sarılabildiğin, yanında olmaktan mutluluk duyduğun insanın artık olmayışına alışmak canını çok sıkıyor insanın. Bir vakit gelip de anıların bile sönmeye başlayacak oluşu gerçeğiyle yüzleşmenin hissettirdiklerini ise tarif etmeye imkân yok.

Nesnelere anlam yükleyenlere gülerdim. Artık gülünecek bir hâldeyim; sonsuza kadar...

Such A Lonely Day...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:30

1



...shouldn't exist!

Loser

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:25

0

El oğlu güzel bulmuş sözcüğü. "Loser" diyorsun, Türkçe'de net bir karşılığını bulamıyorsun. Peki ben ne yaptım? TDK'ye başvurdum; yakında İngilizce-Türkçe sözlüklerde bu kelimenin karşılığı olarak beni göstermelerini tavsiye ettim. Bu talebimi geri çevirirlerse ne ironi olur ama...

Eline, yüzüne, gözüne de dursun
Buraya kadar, sana uğurlar olsun...

Pazartesi Notları #133

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:35

0

  • Hızlı bir ay oluyor benim için. Yeni bir iş, yeni filmler, yeni albümler, yeni kitaplar, yeni bir ikamet, yeni oyunlar... Bu blog da hâlâ yeni benim için. Kültür Sepeti unutulmadı tabii ama oydu eski olan.
  • Son bir haftayı Taxim Trio'nun Cafe de Beyoğlu 1 adlı albümünü dinleyerek geçirdim. Biraz tersten gidiyor olacağım ki ilk önce üçüncü albümü edinmiştim. İkinci albümü de en son alırım artık.
  • Yalnız geçtiğimiz günlerde çıkan ve bana göre son on yılın albümü olan The Next Day ile daha bir haşır neşir olacağım gibi.
  • Bu hafta God of War'un yeni oyununun piyasaya çıkacak olması bakımından da ayrı bir öneme sahip. Kratos'un gazabı üzerinize olsun!

Happiness

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:50

0

"Yüzde ısrar etme, doksan da olur
insan dediğinde noksan da olur.
Sakın büyüklenme, elde neler var
bir ben varım deme, yoksan da olur."

Pazartesi Notları #132

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • Kışı resmi olarak sonlandırdık. Bu ay, 10 yıllık bir aranın ardından, David Bowie'nin yeni albümü raflardaki yerini alacak. Bunun verdiği heyecan büyük.
  • How I Met Your Mother'ın son yayınlanan bölümü sırf Weekend at Bernie's gibi bir filmi hatırlatması bakımından dahi özeldi.
  • Bu arada, gitti güzelim Playbook.
  • İnsanın beyin ölümü ve bedensel ölümü dışında artık bir de Twitter ölümü var.
  • Lost'u tiye alan güzel bir video'ya rastladım. Kült dizinin RPG'si olsa nasıl olurdu sorusunun cevabı aranmış bir nevi.
  • Dahi anlamındaki "de"nin ayrıl yazılmaması kadar rahatsız eden bir diğer kullanım da "ne .... ne de ...." kalıbının sonunu olumsuzluk ekiyle tamamlamak olsa gerek.

Arada Kaldım

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:10

0


90'lı Yıllar #18

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 18:40

0

Müzik ruhun gıdasıdır. Nasıl ki arada sırada bedenin ihtiyacı olmasından mütevellit su içmek ve yemek yemek gibi rutinleri yerine getiriyorsak, çeşitli ruh hâllerine sırdaş/yoldaş/kederdaş olması bakımından müziğin de önemini yadsıyamayız. Epeydir aramadığımız arkadaşımızı/eşimizi/dostumuzu bir an gelir arama isteği duyarız ya hani, aynı şeyi 90'lı yılların Türkçe popüler müzik eserleri için de söylemek mümkün. Zaman zaman hatırlarını sormak hem çocukluğumuza/gençliğimize bir saygı duruşudur hem de huzura erdirir sebepsiz. Çalma listenizde mutlaka bir "90'lı yıllar" etiketiniz bulunsun; her zaman işe yarar.

90'lı yılların 18'inci bölümünde rastgele çal'a ayarlanmış çalma listesinin şanslısı Habib oldu. Şimdilerde Habib Project gibi sıradışı bir isimle yeniden bu popüler sirkin içine dahil olmaya çalışıyor ama konumuz Habib'in bugünü değil elbette. İşin bizi ilgilendiren kısmına gidiyoruz. 90'lı yıllara dahil olmayı son anlarda elde edebilmiş bir parçaydı Habibi. Şarkıyı arabesk pop kültürünün ülkemizdeki pilot çalışmalarından biri olarak görmek mümkün. Nezih Ünen'in kolundan tutup "yürü ya kulum" dediği Habib bugün bile dinlendiğinde yüzde tebessüm bırakan şarkısı ve gereksiz klibiyle karşınızda:

Pazartesi Notları #131

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:20

0

  • PlayStation4'ün resmi olarak duyurusu yapıldı. Her ne kadar oyun konsollarında yeni nesil için henüz erken olsa da Sony, Microsoft'tan hızlı davranma yolunu seçmiş gibi görünüyor. Oyunlarda grafik bakımından aşırı bir gelişmeye rastlanamayacak olsa da PS4 sosyal medya ile sürekli etkileşim hâlinde olma imkânı sunarak ürünü pazarlamayı düşünüyor gibi. DualShock4 ise adeta evrim geçirmiş. Artık oyunlara sinirlenip kolu duvara fırlatmak sağlam bir kıç isteyecek.
  • Game of Thrones'un yeni sezonunun başlamasına çok az kala torrent kullanmayı bilmeyenler için CNBC-e'den güzel haber geldi. Dizi ABD'de yayınlandıktan sonra 24 saat içinde CNBC-e ekranlarında olacak. Tabii cinsellik ve şiddet gibi öğeleri had safhada kullanan bir diziyi sansür süzgecinden geçirilmiş hâlde izlemeyi kabul etmeyeceğim için ben yine torrent'e saldıracağım.
  • ATV binasında da grev yıllardır devam ediyor sanırım. O pankart bir türlü inmedi oradan.
  • Unutmak değil de hatırlayamamak çok koyuyor adama. Unutmak ayrı bir çaba gerektirmez ama hatırlamak öyle değildir. Gözlerini kaparsın; anıları, nesneleri, yüz hatlarını, sesleri zamanın süzgecinden beyne iletmeye çalışırsın ama ne kadar istesen de o resmi canlandıramazsın. Bunun üzüntüsü başka hiçbir şeyde yok.
  • Kravat bağlamak değil de kravat ayarı yapmak daha bir dert.
  • Mozart deyince aklına BRC ve Ceza gelenler, azalarak bitin.
  • Gülhan Şen geçtiğimiz hafta yayınlanan programında bir kelebek için "Can I put my name to it?" gibi bir soru cümlesi kurdu. Ya yaa...
  • Oscar Pistorius da tutuksuz yargılanmak üzere kefaletle serbest bırakılınca Güney Afrika Cumhuriyeti'nin de bizimki gibi bir muz cumhuriyeti olduğunu anlamış bulundum.
  • Goodreads.com. Böylesine muazzam bir siteyi bu denli geç keşfetmiş olmam benim ayıbım olsun. Ayrıca çekinmeyin canlar, gelin arkadaş olalım.
  • Geçtiğimiz sezon tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratan Algida bu sezon biraz daha iddialı görünüyor. Nar aromalı ve espresso aromalı iki yeni Magnum fevkalâdenin de fevkinde olmuş.

Bugün Orada da Cumartesi mi?

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:45

0

Ölümün her daim adaletten önce vuku bulduğu topraklarda acılara tutunur insan.
"Öte diyar" diye bir yer vardır umarım...

Pazartesi Notları #130

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:00

0

  • Arkadaşlar arası futbol muhabbetlerinde kurulan rüya takımın ileri ucuna mütemadiyen yazılan bir isimdir Didier Drogba. O artık Galatasaray forması giyiyor, Galatasaray formasıyla gol atıyor. Hiç bölünmesini istemediğimiz bir rüyada gibiyiz. Artık muhabbetlerde Drogba'nın hazır olup olmadığını, önümüzdeki maçta sahada olup olamayacağını tartışıyoruz. Sonra bir an duruyoruz ve soruyoruz kendimize "Abi biz ne yapıyoruz?" diye. Drogba gerçekten Galatasaray'da...
  • How I Met Your Mother jeneriğindeki fotoğrafların üzerlerinde oynanmamış hâllerini merak ediyorsanız hepsi burada.
  • İstanbul Anadolu yakasında faaliyete geçmişler... Köpeğinizi gezdirecek vaktiniz yoksa arıyormuşsunuz sizin yerinize köpeğinizi gezdiriyorlarmış. Kendilerine çok yaratıcı(!) bir isim bulmuşlar: Köpek Gezdiricileri.

A Matter of Life and Death

Posted by Anıl | Posted in , , | Posted on 17:10

0

Nick Hornby futbolun neden bir halk sporu olduğunu, gündelik hayata ne denli renk kattığını ve her şeyden önemlisi her sınıftan insanı niye yıllardır peşinde sürüklediğini öylesine güzel bir dille anlatır ki Fever Pitch'de. Kimileri insanın bir futbol takımına ya da tek başına futbolun kendisine gereğinden fazla önem yüklemesine anlam veremez. Bu tutkunun bende hissettirdiklerini uzun uzun anlatabilirim ama Nick Hornby daha iyisini yapmışken sözü ona vereceğim. Hornby, Fever Pitch'in bir bölümünde bu tutkuyu şu sözlerle anlatır:

"İnsanların hayatlarının en güzel anı olarak tanımladıkları anların hiçbiri karşılaştırmak için uygun değil gibi görünüyor. Bir bebeğin doğumu olağanüstü derece coşku verici olmalı; ama içinde o akıl almaz sürpriz duygusu yok ve bu, daha da önemlisi çok uzun sürüyor; bir ödül almak, bir terfi kazanmak da ne son saniye faktörünü ne de o gece hissettiğim elinden bir şey gelmeme duygusunu içeriyor. Peki, birdenbirelik duygusunu yaşatacak başka ne olabilir? Belki piyangodan büyük bir ikramiye vurması ama büyük miktarda para kazanmak, psikolojinin tümüyle farklı bir yanını etkiliyor, içinde futbolun o ortak coşkusu yok. Öyleyse, gerçekten de elimizde bu anı tarif edebilecek hiçbir şey yok. Bütün mevcut seçeneklere baktım. Ne yirmi yıl boyunca iki gözle beklediğim (yirmi yıl boyunca beklenecek başka şey var mı?) ne de hem bir oğlan çocuğu hem bir yetişkin olarak arzu ettiğim başka bir şey hatırlıyorum. Öyleyse lüften sportif başarı anlarını hayatlarının en güzel anı olarak tanımlayanları hoş görün. Merak etmeyin, hayal gücünden yoksun değiliz. Acınası, kuru bir hayatımız da yok. Yalnızca, gerçek hayat daha solgun, sıkıcı ve orada beklenmedik sevinçleri yaşama şansınız daha az."

Futbol insana içinde bir yerlerde birliktelik duygusu barındırdığını hatırlatıyor. İcadından bugüne o kadar güzel hikâyeler vermiş ki, bunlardan birine de dün Ekşi Sözlük'te gezinirken rastladım. Dünyaca ünlü santrfor Didier Drogba'nın Galatasaray formasına kavuştuktan sadece 5 dakika sonra golle tanışması ve bunun bir baba-oğul arasında yarattığı anlık iletişimi anlatan bu kısa entry aynı zamanda bu yazının da sebebi. Şöyle ki;

"Ulan babam kanser yaşasa yaşasa 1 sene yaşar adam artık malesef.
 

Klasik erkek soğukluğu var ya birbirini seversin ama hiç sarılıp öpmezsin babamla da bayramdan bayrama el öpme sırası öpüşürüz ama deli severiz birbirimizi.
 

Drogba golü attı ikimiz de fırladık koltuktan, sarılıp öpüştük lan sevinçten. Bu anı yeter bana, teşekkürler Drogba reyiz."

Hiçbir Zaman

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0

Her zaman bir hikâye çıkarmak mümkün bu mahallenin çocuklarından. Belki de hikâyeler hep çocuklardan çıkıyordur, kim bilir? Ağlamaları hikâyedir, gülmeleri başka bir hikâye; düşmeleri bir hikâyedir, kalkmaları ayrı bir hikâye... Bu kez yanıma geldi biri koşarak; hızlı yürüyordum ve yetişmesi gerekiyordu... Mahcup, sıkkın ama gülümsemesi yüzünden eksik değil; ona ihtiyacı olduğunu biliyor, ne olursa olsun kaybetmemek niyetinde.

"Abi" diyor, "saatiniz kaç acaba, öğrenebilir miyim?"

6-7 yaşındaki bir çocuğun zamanla ne işi olur ki? Benim de olmayacak, senelerdir boş bileklerim. Neyse ki modern çağın gereklerini yerine getiriyorum, telefon ekranından ezbere okuyorum:

- 4'ü çeyrek geçiyor.

+ Hımm, peki o zaman abi, şey, ımpf, 75 kuruşunuz var mı peki?

İşte bir çocuğun ihtiyaç duyacağı asıl şey!

- Ne yapacaksın sen 75 kuruşu?

+ Gofret alacağım abi, aslında 1 lira ama 75 kuruşa da verir bakkal.

Saniyeler sonra sımsıkı kapattığı avuçlarını bir köşe esnafına açmak için koşturmaya başladı. Hayatta tebessüm ettirecek ayrıntılar var, yok değil. Peki ya ben? Okul öncesi çağımda avcumdaki bozuklukları bakkala gösterip "Amca buna ne var?" diye sorduğum günlerin tadını bir daha ne zaman alacağım?

Somewhere Over The Rainbow

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:20

0



Hayatı Hawaii Adaları tadında yaşamak diye bir şey olmalı. Gökkuşağının üzerinde böyle, yumuşak yumuşak...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 83

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:10

0

                           - Burası için en güzel lafı Sadık Hoca söylemişti kardeşim.
                           + Kim?
                           - Lisede edebiyat öğretmeni yok muydu ya, Afyonlu?
                           + Ha tamam, ne demişti?
                           - Hayal kırıklıklarının başkenti, demişti.
                                                   (Vizontele)

Pazartesi Notları #129

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:30

0

  • Bugün öğrendik ki şartlar olgunlaştığında Papa bile istifa edebiliyor. Ne demokrat mezhepmiş!
  • Google Maps'e girip Shire'den Mordor'a yol tarifi istediğinizde karşınıza "Kimse öyle kolayca Mordor'a giremez" yazısının çıktığını biliyor muydunuz?
  • THY herkesten bir perde toplasaydı rahatlıkla tüm hosteslerini giydirebilirdi. Dilek Hanif'in uğraşmasına gerek yoktu. Aslında düşününce, pek de uğraşmamış...
  • Mahalle maçlarında Akula Vuruşu deneyip de nice pozisyonları heba ettiğim doğrudur.
  • Şu uzay/bilim programlarının konuşulanlardan bir halt anlamasam da her defasında mala bağlarcasına beni ekrana kitlemesine kaç puan?
  • Steven Tyler gibi bir adamdan Liv Tyler gibi bir melek nasıl çıkmış anlam veremiyorum.
  • Last.fm'de Pyotr Ilyich Tchaikovsky turnede görünüyor. Garip şeyler bunlar.
  • Yılların Gülgün Feyman'ının Antalya'da yayın yapan bir yerel TV kanalında ana haber bülteni sunduğunu biliyor muydunuz? Artık biliyorsunuz.
  • Ve son olarak: O kız evlenmiş mi?

Kıyak

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:55

0


Altre Follie (1500-1750)

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 01:15

0



"Seni az seviyorum" dedi Derdâ.
"Ben daha az" dedi Derda.
Bir daha da konuşmadılar.

Follie adındaki sonsuz melodinin eşliğinde
birbirlerine son kez bakıp uyudular.
Ölümüne...
Seksen yaşındaydı.
İkisi de...
Birlikte olmak için kırk yıl,
birlikte ölebilmek için de
bir kırk yıl daha
yaşamışlardı.

Fever Pitch

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:25

0

"Erkeklik, her nasılsa dişilikten daha az soyut, daha kesin bir anlam kazanmış durumdadır. Birçok insan dişiliği bir kişilik özelliği olarak kabul eder; oysa birçok kadın ve erkeğe göre erkeklik, erkeklerin ister kabul, isterse de reddedeceği bir ortak kanılar toplamıdır. Futbol seyretmeyi seviyor musun? O hâlde soul müziği, birayı, insanları yumruklamayı, kadınların göğüslerini avuçlamayı ve parayı da seviyorsunuz demektir. Rugby veya kriket izleyicisi misiniz? O hâlde Dire Straits'i veya Mozart'ı, şarabı, kadınların popolarına çimdik atmayı ve parayı seviyorsunuz demektir. Bu iki kategoriden hiçbirine girmiyor musunuz? Maço, yok almayayım? Bu durumda sizin, yalnızca insanlara yiyecek gibi bakan koca heriflerin Luther Vandross dinlediğini sanan, Michelle Pfeiffer'ın çekiciliğinden bihaber olan pasifist bir vejetaryen olma ihtimaliniz yüksektir.

Bizim de seçme yeteneğine sahip olduğumuzu unutuveriyor insan. Kuramsal olarak, hem futbolu, hem soul müziği, hem de birayı sevmek, fakat öte yandan, örneğin göğüs avuçlamaktan ve popo çimdiklemekten tiksinmek (veya tam tersi) mümkündür. Bir insan hem Muriel Spark'a, hem de Bryan Robson'a tapabilir. İlginçtir ki erkekler aynı anda farklı zevklere sahip olmanın avantajlarının daha çok farkında görünüyor: Feminist bir iş arkadaşım Arsenal'i seyretmeye gittiğime inanamadı; bu inanmazlığın kökeninde, kendisiyle bir keresinde feminist bir roman üzerine konuşmuş olmamız yatıyordu. Nasıl olur da hem o kitabı okur, hem de Highbury'ye giderdim? Mürekkep yalamış bir kadına futbolu sevdiğinizi söyleyin, hemen kadınlar gözündeki erkek sınıflandırmasına giriverirsiniz."

Nick HORNBY

Gica

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:10

0


Numaranı değil belki ama formanı astık kalbimizin en güzel köşesine.
İyi ki doğdun bize futbolu sevdiren adam!

Loop ve Ötesi

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:40

0


"Her oyuna hevesli bir kahramandım
altı kat altından çıkamam artık
Her oyuna hevesli bir kahramandım
bir şans daha olmalı, yaşamam lazım."

Pazartesi Notları #128

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • İnsan bazı ürünleri çok tüketince bir süre sonra o üründen soğur ya, Eti Brownie Intense'i bu kategorinin dışında tutmakta fayda var.
  • Boza içmek denmemeli bence, boza basbayağı yenilebilen bir şeyken...
  • Supernatural'ın son bölümü (S08B12) çok iyi olmuş, çok da güzel iyi olmuş, ta'am mı? Zamanda yolculuk da her daim satar.
  • Yüzüklerin Efendisi ve Lost'tan aşina olduğumuz Dominic Monaghan'ın yer aldığı belgesel Dom's Wild Things 7 Şubat'tan itibaren Türkiye'de de Animal Planet üzerinden izlenebilecekmiş. Güzel haber!
  • Dexter'ın final sezonunun da haziran ayına çekildiğini söylemiş miydim?
  • Söylemişolabilirimemindeğilim.
  • Bir Demet Tiyatro yeniden çevrilse yok izlenir bence. Yok izlenmek benim türettiğim bir deyim olabilir; "yok satmak"tan geliyor olsa gerek. Neyse, Pala Şamuran'ın Ellerimde Çiçekler performansı da unutulmazdı.
  • Tek bir portakalın kabuğundan iç içe geçmiş iki halka yapabilen bir adam tanımıştım. Bence yetenek o'ydu Türkiye!
  • How I Met Your Mother'da gelecek sezon sona erecekmiş. Bunu bir de "anneyi de ifşa edeceğiz" vaadiyle duyurdular. Etmezseniz kan çıkardı artık.
  • Cipso'nun şu aralar televizyonda dönmekte olan reklamlarına bakınca ürünün sadece erkekler tarafından tüketilmesi bekleniyormuş gibi bir algı oluşuyor. Ha, diyorlarsa ki; "biz bunu erkeklere satacağız, sadece onlar yesin", o ayrı.

From Ashes

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:40

0



God of War: Ascension... 12 Mart'ta...

Tanrı bizi Kratos'un gazabından korusun!

My Confession

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:55

0


Efkârım Birikti Sığmaz İçime

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:20

0


Hâlden anlayan bir avuç adamdan biriydi Ferdi Özbeğen.

Hepimiz biliyoruz/dinliyoruz o afili yabancı grupları, rock müzik yıldızlarını ama bazen acılarımız, dertlerimiz, anılarımız öylesine depreşiyor ki kesmiyor artık o müzikler ve biz çareyi halimizden en çok anlayacak olanların yüreklerine ruhumuzu teslim etmekte buluyoruz. Bir dönemin piyanist şantörlerini, "baba" müzisyenlerini ve daha pek çoklarını bedenen olmasa da sesleriyle konuk ediyoruz rakı sofralarımıza.

"Gibi yapanlar" çoğaldıkça samimiyetinden zerre şüphe etmediğimiz ve her daim hâlimizden anlayan o güzel insanlar hızla ayrılıyor aramızdan. Sofralarımızdaki yerleri ise daimi, budur aslında önemli olan.

Ruhun şad olsun sahici acılarımızın her daim ortağı...

Alıntı #8

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:15

0

Futbol Ateşi (S:13)

Pazartesi Notları #127

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 14:00

0

  • Grup Yorum konserine gitmenin cezası 21 yılmış. Bu demek oluyor ki konsere gitmek çocuğa tecavüzden çok daha ağır bir suç.
  • Pınar Selek de üç defa beraat ettiği davadan müebbet yedi. Yargı açık açık "bakın kaderiniz bizim elimizde, biz ne dersek o" mesajı verdi.
  • Her kış kar kıyamet koptuğunda Antalya veya Bodrum sahillerine bağlanıp denize giren, parklarda uzanan insanları haber yapmaktan bıkmadık bir türlü.
  • Yani her sene kendini tekrar eden haberleri, kendi ağzına işeyen maymunları, insanı ısıran köpekleri çıkarsak ana haber bültenlerimiz çok rahat 15 dakika sürecek.
  • Geçtiğimiz hafta başbakanın ağzından "Ya sev ya terk et" çıktı. Hem halklar arasında barış mücadelesi verip, hem de beğenmeyeni dışlamak nasıl bir mantık çerçevesine oturuyor, ben çözemedim.
  • Birgül Ayman Güler'e ne demeli? Kendisinin söylemleri sadece bu ülkede değil, her yerde demokrasiye inanmamak için çok açık bir neden. Dünyanın neredeyse tamamı seçilmişlere görev verdikleri, onların da kendilerini temsil ettiği yanılgısı içinde... Bunda suç biraz da bizde. Kimse seçeceği insanı tanımıyor, tanımaya çalışmıyor. Öyle olsaydı bugün Birgül Ayman Güler ve onun gibilerinin Meclis'te işi olmazdı.
  • İzmirli kafası diye bir şey de var. Buna bir ara değinirim.
  • Yeni bakan atamalarında en çok göze çarpan isim Muammer Güler oldu. Dink cinayetindeki tutumunun üstüne Ogün Samast'ı bakanlık müsteşarlığına atamak yakışırdı devletimize.
  • Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'inin zamanının ne denli ötesinde bir distopya olduğunu geçtiğimiz hafta başında bir kez daha gördük. Bilmeyene kısaca özetlemek gerekirse; son derece baskıcı bir rejimde kitaplar yasaklanmıştır ve itfaiyenin görevi artık söndürmek değil yakmaktır; kitapları yakmak. Galatasaray Üniversitesi'nde çıkan yangını karadan ve denizden müdahale etmesine rağmen saatlerce kontrol altına alamayan itfaiye de bundan farklı bir şey yapmadı. Çoğunluğu başka bir kopyası dahi bulunmayan kitaplardan oluşan 6000 kitaplık kütaphane yandı, bitti, kül oldu.
  • Best.fm olmasaydı Gökhan Özen'in Farzet yorumu bu denli etkili olmazdı.
  • Yekta Kopan da ne samimiyetsiz adam yahu.
  • Bu ülkede hiç mi güzel şey olmaz diye soran kişi, hey, sana söylüyorum; hayır, olmaz.

24 Ocak

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:40

0


"Hani herkes arkadaş
hani oyunlar sürerken
hani çerçeveler boş
hani körkütük sarhoş gençliğimizden
hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
eskidendi, eskidendi, çok eskiden..."

Gözyaşlarının Kırık Hikâyesi

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:00

0



Bir pansiyona şarkı yapıp, şarkıya pansiyonun adını verip üstüne bir de dinleyenin ağzına sıçabilecek birisi varsa o kişi Nazan Öncel'dir. Omzunda ağlayabilir miyim Sayın Öncel?

Pazartesi Notları #126

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:25

0

  • Bu yaşıma geldim hâlâ çocuk gibi çikolata/tatlı tüketiyorum. Artık bu durum öyle bir hâl aldı ki önünü alamıyorum. Metabolizmamın isyan etmesi yakındır.
  • Epeyce uzun bir aranın ardından yeniden Worms Armageddon oynamaya başladım. Bunca yıl sonra bile ara ara yeniden oynatabiliyorsa kendini zamanının çok ötesinde olmasındandır.
  • Reklamlarda "Aşım var" diye haykıran çocuklar insanı çocuktan usandırır.
  • Çocukluğumuzdan bu yana aşina olduğumuz bazı yüzlerin aramızdan hiçbir zaman ayrılmayacağını düşünürüz zaman zaman. Bu Barış Manço'da da böyleydi Kemal Sunal'da da... Her ne kadar arkalarında bıraktıkları eserlerle biz onları hâlâ yaşayabiliyorsak da oralarda bir yerlerde olmadıklarını bilmek biraz buruk kılıyor insanı. Mehmet Ali Birand da o yüzlerden biriydi. Ne zaman kendimi bilmeye başladım bilemiyorum ama o vakitten bu yana neredeyse her gün bir şekilde sesi kulağımıza çalınan bir karakterdi. Bu vesileyle yaşam ile ölüm arasındaki en küçük ayrıntının da bilinen geçmiş zaman ekinden ibaret olduğunu bir kez daha kavramış bulunuyorum. Neyse... Sosyal medyanın popülaritesini artırmasıyla mertlik kavramının zedelendiğinden dem vurulur ya hani Birand'ın vefatının ardından sosyal medya mecralarını takip edenleri pek de hoş olmayan yorumlar karşıladı. Anadolu uygarlığı kendisini var eden değerlere yüz çevirir oldu. Bu topraklarda düşman da olsa vefat edenin evine taziye ziyaretine gidilir, bir felaket için "düşmanımın başına vermesin" temennisinde bulunulur, hepsinden öte ölünün ardından konuşulmaz; her daim "iyi bilinir..." Demem o ki; ölmüş birinin ardından  "toprağı bol olsun" demek varken neden insanlar taziye mesajlarına ısrarla "Sevmezdim ama..." ile başlar ki?
  • Demirkırat ve 12 Eylül belgesellerini ilgiyle takip ettiğimi hatırlıyorum. Bugün Soner Yalçın ve Can Dündar gibi isimleri beğenerek takip ediyorsam bunda da payı vardır. Ayrıca büyük de bir Galatasaraylı'ydı... Ben kendi adıma hep iyi hatırlayacağım. Ruhu şad olsun.

Wrong Side of the Wrong Page

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0



"Kadınların özelliği ne biliyor musun? Seni sen yapan özelliklere aşık olup, sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar."

Yağmur Yağar Taş Üstüne

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:30

0



"...mevlam kulu, sevdim seni..."

The Happiest Day of Our Lives

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:05

0

Gülmek lüks bir şeydir... En azından bunu biliyoruz. Aynada gördüğümüz maskelerden ibaret olabiliriz tabii ama peki ya aslında tüm gerçekliğimiz olan iç dünyamız ne diyor bu duruma? Nihayetinde rüyaları bile siyah-beyaz olan varlıklarız. Tüm bu renksizliğin orta yerinde, milyarlarca et yığınının arasında oralarda bir yerdeyiz; her adımınızda farkında olmadan yanından geçip gittiğiniz o kişiyiz. Harekete duyarlı ampulün bile hissedemeyip, aydınlatamadığı yerdeyiz. Hey, bakın bu tarafa; bizi göremeyeceksiniz! Çünkü biz mutsuz insanlarız ve var olmanın o mutlak hafifliğine dayanamıyoruz.

Alıntı #7

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:00

0

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (S:84)

Pazartesi Notları #125

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • Kış geldi ya ne kadar montum varsa hepsinin de cebini kontrol ettim ve para bulamadım. Normal şartlarda bir sene önce o montlardan birinde para unutmuş olmam gerekiyordu.
  • Dexter'ın yedinci sezonu sonlandığından beri izleyecek bir şey bulma konusunda sıkıntı yaşıyorum. How I Met Your Mother, Supernatural ve The Walking Dead'in sezon arası verdiğini de hesaba katarsak... Game of Thrones başlasın da hele bir.
  • Bu arada geçtiğimiz cumartesi günü Dexter'ın final sezonunun eylül ayından haziran ayına çekildiği müjdesini aldık. Dexter'a beklenenden üç ay daha erken kavuşacağımız anlamına geliyor bu. Mayısta Game of Thrones'u bitirip, Dexter'a başlarız artık. Güzel bir süreç olacak.
  • O değil de Buz ve Ateşin Şarkısı'nın üçüncü cildi olan Kılıçların Fırtınası'nın finalinden sonra favori karakterimin neden Tyrion Lannister olduğuna bir kez daha cevap bulmuş oldum. Lannisterlar'dan günahım kadar nefret etsem de en sevdiğim karakterin bu aileden çıkmış olması da ilginç gibi görünebilir ama hiç de öyle değil.
  • "That was the worst thing you could have said, sweetling."
  • Telefon taşıyan ama telefon kullanmaktan hiç ama hiç hoşlanmayan biriyim. Öyle ki evde bulunduğum zamanlarda genellikle telefonun sesini kapatıp bir köşeye atarım. Daha sonra arayan numaralara fazlasıyla geri dönmemekle ünlüyüm. Sevmiyorum telefon konuşmalarını. Tabii gelen arama hayat memat meselesi de olabilir ama şu güne kadar olmadı çok şükür. Eş dosttan gelen "bir sesini duyalım dedik" temalı konuşmalara da hiç katlanamıyorum. Sırf bu huyum yüzünden pek çok yakın arkadaşımla arama mesafe girdi maalesef. Bu demek değil ki ben onları sevmiyorum, artık onlara değer vermiyorum... Zorda kalsalar yine koşa koşa giderim ama işte sevmiyorum, sevemiyorum bir türlü formalite telefonları. Ha, siz şimdi derseniz ki "Telefonlarına bile bakmadan zorda olup olmadıklarını nereden bileceksin?" yemin ediyorum gider duvara kafa atarım. Demeyin o yüzden.
  • İnsanın girdiği her evde o eve ait kokuyu algılayabilmesi fakat kendi evine ait kokuyu bir türlü algılayamaması...
  • Kim Milyoner Olmak İster'in samimiyetine kesinlikle inanmıyorum.
  • Mario Levi de Twitter'a gelmiş.
  • "Bence temelde ikimiz de dinsiziz. Sadece ben, senden bir tane fazla dini daha reddediyorum. Sen diğer tüm olası dinleri neden reddettiğini anladığın zaman, benim de neden senin dinini reddettiğimi anlarsın." demiş Stephen Roberts.
  • Kış da iyiden iyiye kendini hissettirmişken herkes içlik giyse HES'lere gerek falan kalmaz.
  • "Durdum baktım arkandan, sen giderken
    bana bir hoşça kal bile demeden, giderken
    İnsan neler duyar anladım o zaman
    can alıp başını benden giderken"


    Ataol BEHRAMOĞLU

Yaprak Döker Bir Yanımız...

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 01:30

1



Biz bilmiyor muyuz sanıyorsunuz o yabancı şarkıcıları ya da afili grupları? Gelin görün ki acılarımız, dertlerimiz öylesine sahici ki kesmiyorlar bir süre sonra ve biz dönüp dolaşıp yine halimizden en iyi anlayacak olanların yüreklerine teslim ediyoruz ruhumuzu.

"...bir yanımız bahar bahçe"

Bodies and Minds

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0

Olağan kış yürüyüşlerimden biri... Hani şu geceleri yapmaktan keyif aldığım yok mu, hah, işte o. Trençkotun cebinde kendilerine yer bulan ellerime sorsam muhtemelen bir çift eldivenin içinde olmayı tercih ederlerdi. Yeşil denizkızının kapitalist davetine karşılık vermektense kahveye krema ve şekerden ziyade tabelasındaki "since 1973"ü de ekleyen şehrin artık eski popülaritesinden uzak pastanesine uğradım. Siparişimin hazırlanmasını beklerken fark ettim arkamdaki masada başlamaya yüz tutmuş tartışmayı. Merakıma yenilip, arkama yaslandım. Sesler belli ki 18-20 yaş aralığındaki iki sevgiliden geliyordu.

"Eskisi kadar sevemiyorum seni" dedi biri, "hislerim çok farklı artık."

Eskisi kadar... Ne kadar eski olabilirdi ki? Haddim olsaydı, döner sorardım. Hazır kahvem de gelmişken dikkatimi kendi masama vermeliydim artık. İnsanlar birbirlerini bu kadar çabuk mu tüketiyorlar artık? Hislerimi, tutkularımı, duygularımı ben de çabuk tüketirim ama peki ya insanları? Gıcırdayan sandalyenin teki iç muhasebemden alıkoydu bir anda. "Buraya kadarmış H." dedi üstüne basa basa ve çıktı gitti. Başımı çevirip H'nin hâline bakmaya korktum. O tükenmişlik anında bir yanımın tükeneceğinden belki de... Hafiften bir küfür ve onu takip eden mırıldanmayı duydum:

"Buraya kadarmış" dedi, "yüreğime basa basa..."

Do They Have To?

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:40

0



Bilmez insan bazen söylemesi gerekeni. Böyle anlarda sormalı belki de Cem Adrian'a...

Siz bilmeseniz de o bilir mutlaka.

Polyethylene

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:50

0

"Bir çikolata kadar yoksun" dedi bir zaman sonra.

"Çikolata bile beni daha mutlu ediyor" demekti bu nazarımda.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 82

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

"When you are young, your potential is infinite. You might do anything, really. You might be Einstein. You might be DiMaggio. Then you get to an age where what you might be gives way to what you have been. You weren't Einstein. You weren't anything. That's a bad moment." 

True Love Waits

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0



Biraraya gelen mısralar öylesine büyülü bir bütünlük oluşturuyor ki birkaç tanesini cımbızlamak diğerlerine haksızlık ve ben bu gece haksızlık yapmaya karar verdim.

"I'm not living
I'm just killing time"
 


...ve tabii ki bir yerlerde "true love waits..."

The Station Agent

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:00

0

Dostluklar, korkularımızı ve yalnızlığımızı bir süreliğine de olsa defedebilmek ve hayatın bir anlamı olmadığı düşüncesinden uzaklaşabilmek için bulunmaz bir nimet hiç kuşkusuz. Bir dostla oturup yemek yemek, denize karşı oturup muhabbet etmek, uzun bir yürüyüşe çıkmak yalnızlığımızın bize dayattığı huzursuzluğu ve gündelik hayatın keşmekeşini bir kenara itebilir. Şöyle bir bakınca temasını dostluk ve sadece dostluğun çare olabileceği sorunlar üzerine kuran çok fazla film olmadığını görüyoruz. Bu tip filmler bütünden çok detaya odaklanmasıyla bir bakıma sinemanın diğer türlerinden ayrılıyor. Bu yazının öznesi olan The Station Agent (2003) izleyene hayatın içinden bir dilim pasta sunar gibi yapan az sayıdaki dostluk ve onun getirileri üzerine filmden biri. Zaten filmin ülkemizde "Hayatın İçinden" adıyla yayınlanmış olduğunu da bu noktada antrparantez belirtmek gerek. İlk yönetmenlik ve senaristlik denemesini bu filmle yapan aktör Thomas McCarthy, elindeki çok kısıtlı bütçeye rağmen (500 bin $) raydan çıkmış üç hayatın öyküsünü müthiş bir şekilde anlatmış.

Toplumun farklı kabul ettiği ama aslında her birimiz kadar farklı olan bireylerin gündelik hayatta nasıl hor görüldüğüne şahitlik etmek için sinemaya ihtiyacımız yok. Fakat sinema insanların şekli, rengi, dini, ırkı gibi temel ayrımlar üzerinden nitelenmelerine karşı dikkat çekebilmek adına önemli bir rol oynuyor. Bu bağlamda The Station Agent'da filme önderlik edenin hayatının hiç beklemediği bir döneminde edineceği dostluklarla belki de farkında dahi olmadan kalıplarını kıracak olan bir cüce olduğunu görüyoruz.
Emekliliğinin ardından trenlere olan aşırı merakının da etkisiyle model trenler satan bir mağazada çalışan, yalnız, içine kapanık ve hor görüldüğü dış dünyaya kendisini kapatmış bir karakterdir Finbar McBride (Peter Dinklage). Aynı zamanda öykünün merkezinde yer alır. Yanından geçen insanların fısıltılarına, kendisiyle neredeyse aynı boya sahip çocukların iğneleyici esprilerine katlanmak zorundadır. Tren takibi yapanların filmlerini izlemek hoşuna gittiği kadar yalnızlığına yalnızlık da katmaktadır. Çünkü küçük bir adam olması dolayısıyla araç kullanamamaktadır ve bu mümkün olsaydı bile kayıt yapabilmesini sağlayacak bir kamerası yoktur. Bir gün çalıştığı dükkanın sahibi yığılıp kaldığında bu aynı zamanda artık bir işinin de olmadığı anlamına gelmektedir. Neyse ki dükkan sahibi Fin'e New Jersey'deki bir kırsalda bulunan bir istasyon binasını miras olarak bırakmıştır. Artık elinde sadece bir bavul ve önünde adım adım arşınlanması gereken raylar vardır...

Mirasına ulaştığında fark eder ki bölgedeki yerleşim sayısı bir hayli düşüktür. Öyle ki yeni evine yerleştiğinde telefonun çalışmadığı, suyun akmadığı ve elektriğin olmadığı gerçeğiyle yüzleştiği kadar sahip olduğu tek şeyin bir köşedeki kanepe olduğunu görür. Yine de bu ıssız yerde bile yalnızlığını bozabilecek birilerinin olduğunu öğrenmesi için fazla beklemeyecektir. Sabah uyanıp dışarı adım attığında birkaç metre ötede park etmiş bir hot-dog aracı görür. Araçla ilgilenen Joe (Bobby Cannavale) bir hayli meraklı, meraklı olduğu kadar da geveze biridir. Hasta olan babasının yerine araca bakmaktadır. Neredeyse hiç müşterisi olmayan bir hot-dog aracı... Fin hiç istemese de bir anda yanından neredeyse hiç ayrılmayan, galesiz bir arkadaşa sahip olmuştur.

Ve tabii ki Olivia (Patricia Clarkson)... Filmin çevrelerinde döndüğü üç karakterden bir diğeri... Fin ve Joe kadar mutsuz, ayrıca agresif olan Olivia aynı zamanda Joe'nun hot-dog karavanının da daimi bir müşterisidir. Fin ile tanışıklığı da aracıyla Fin'i ezme tehlikesi yaşadığı ana denk gelmektedir.
Hikâye ve filmin yerleştiği çerçeveye biraz ara verip oyunculara biraz değineyim. Parlak ve yapaylıktan uzak bir performans çizmek her aktör/aktrist için kolay değildir. Hal böyleyken özellikle Peter Dinklage'in derinden gelen dikkat çekici sesi, iyi oyunculuğuyla harmanlanınca ortaya izleyicide bariz farkındalık hissi yaratan bir performans çıkmış. Dinklage'ın hayat verdiği Fin duygularını belli etmekten çok uzak ve çözülmeyi bekleyen bir bilmece misali filme akıyor. Clarkson ise oğlunu kaybetmiş olmaktan duyduğu üzüntüyü derin bir şekilde yaşayan Olivia'ya ustalıkla can vermiş. Cannavale'in Joe'su ise filmin görünürde yaşayan tek karakteri. Kendisini hasta babasıyla sürekli irtibat halinde tutan telefondan arta kalan vakitlerde çocuklarla oynayabilecek ruh halini her zaman üzerinde bulabiliyor. Öyle ki Fin ve Olivia'nın bir dönüm noktasına erişmesinde payı büyüktür.

The Station Agent ile ilk yönetmenlik/senaristlik sınavına soyunan oyuncu Thomas McCarthy ise bu ilk çalışmasında her yerinden buram buram harap olmuşluk kokusu yükselen küçük bir kasabadan hissiyatın bol olduğu bir insan hikâyesi çıkarmış. Hayatlarının sıkıcılığında bir cazibe bulmayı başaran üç insanın hikâyesini senaryoda yapmacıklıktan uzak durmayı başararak kotarmış. Müzik seçimleri de tam bir indie filmin havasına yakışacak cinsten.
Büyük resme baktığımızda yalnızlıklarının duvarlarını ancak dost olduklarının ve birbirlerine sahip olduklarını anladıkları andan itibaren kırabildiklerini fark eden toplumdan bir şekilde soyutlanmış üç insanın öyküsünü görüyoruz. İlk bakışta gayet sıradan görünebilen bir filmken ilerledikçe anaakım Amerikan sinemasından nasıl da farklılaştığını ve ağızda bir parça çikolatanın bıraktığı gülümseten tadı bıraktığını görüyoruz. En nihayetinde farklı insanların birbirlerinin değişik yönlerinde huzur bulabilecekleri mesajı veriliyor. Pek çok filme göre bitmemesi gereken bir yerde ama filmin sahip olduğu ruh dolayısıyla tam da akıp gittiği haliyle bitmeyi bilen bir film yapmış Thomas McCarthy. İşin ucunda Özdemir Asaf ile zıt düşmek olsa da belirtmeden edemeyeceğim, yalnızlık paylaşılınca da yalnıztır.

Pazartesi Notları #124

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • Geçtiğimiz haftanın en dikkat çeken gündem maddesi hiç şüphe yok ki Fareler ve İnsanlar ile Şeker Portakalı adlı kitaplar hakkında açılan soruşturmalardı. İşin çok daha vahim kısmı Fareler ve İnsanlar'ın öğretmenler tarafından "uygunsuz" bulunmasıydı. Şeker Portakalı'nın da bir çocuk kitabı olduğunu unutmamak gerek. Bununla kalmasınlar... Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı insanları tembelliğe ve boşvermişliğe ittiği için, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'i prenses öpülerek uyandırıldığı için - ki hafifçe dürtülseydi uyandırılmaya yeterdi - Küçük Prens'i Atatürk'ü diktatör olarak gösterdiği için ve Fahrenheit 451'i de yakın gelecekti Türkiye hakkında ipucu verdiği için yasaklamalılar. Hatta Fahrenheit 451'i toplatıp yakarlarsa daha bile ironik olabilir.
  • Geçtiğimiz günlerde bir ilkokulun bahçesine asılan "Değerlerimiz" tabelalarına şahit oldum. Millet olarak değerlerimiz arasında "vatanseverlik, kadirşinaslık, insan sevgisi vs..." yer alıyormuş. Rastlayan?
  • Nescafe dediğimiz içecek bence en iyi içecekler arasında ilk bire rahatlıkla girer.
  • Her sene olduğu gibi bu sene de yılbaşı çığırkanları dört bir yandan fırladılar. Taksim'in orta yerinde secdeye kapananı da vardı, mahalle sakinleri imzasıyla "Ey Müslümanlar, Hristiyanlara ait yılbaşını kutlamayalım" pankartı hazırlayanlar da... Başımız ağrıdığında Hristiyan'a ait Aspirin'i içelim, Hristiyan icadı otomobille yolları kısaltalım ama Hristiyan'a ait(!) yılbaşını kutlamayalım. Tamam, onu şeyapalım bi' ara...
  • Şanlıurfa'daki bir ilköğretim okulunda bulunan 133 öğrencili sınıfı görmeyen/duymayan kalmamıştır sanıyorum. "Eğitimde tablet devri"ne girdik, gözümüz de boyandı bir güzel, eyvallah, ama şu öğrencilerin öncelikleri başka be devletlim! Doğu illerinde eksi bilmemkaç derece soğukta artık hurdaya dönmüş pencerelere ve kapılara sahip okullar tableti ne yapsın?
  • Last.fm 15 Ocak tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Amerika kıtası dışında kalan ülkelere internet radyosunu kapatacağını bildirdi ve bizleri çok üzdü.
  • Eski kitap kokusu diye bir şey var.
  • Elektrikli sobanın durduk yere "çııınn" diyerek ses çıkarması dünyanın en korkunç şeylerinden biri.
  • Devrik cümlelerin kulağa kurallı cümlelerden daha güzel geldiği de bir başka gerçek.
  • "Şimdi kılıksızım, fakat
    borçlarımı ödedikten sonra
    ihtimal bir kat da yeni esvabım olacak
    ve ihtimal sen
    yine beni sevmeyeceksin.

    Bununla beraber pazar akşamları
    sizin mahalleden geçerken,
    süslenmiş olarak,
    zannediyor musun ki ben de sana
    şimdiki kadar kıymet vereceğim?"


    Orhan VELİ

Ölüme Yakın

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:05

0

...

Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
kötülükten gayrı?

Ölünce kirlerimizden temizlenir,
ölünce biz de iyi adam oluruz;
şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
hepsini unuturuz.


Orhan VELİ

The Walking Dead: The Game

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:15

0

Sevdiği dizileri bile hafta hafta beklemeye dayanamadığı için aylarca bölümlerini biriktiren ve sonra hepsini arka arkaya izlemeyi tercih eden bir bünyem var. Aynı şeyi bu oyun için de yaptım mesela. PSN'de 5 oyunun tamamını 39 TL'ye satın aldım ve geçtiğimiz günlerde son noktayı koydum. Öncelikle belirtmeliyim ki Point-and-Click türü oyunlara çocukluğumdan beri aşinayım. Öyle ki yıllar yılı Escape from Monkey Island, Broken Sword, Sanitarium, Dracula Resurrection, Heavy Rain ve daha birçok efsane oyunun bendeki yeri ayrıdır. Şimdi rahatlıkla söyleyebiliyorum ki The Walking Dead: The Game'i de artık saydığım oyunlardan ayrı tutmayacağım.

Bir kere çok iyi bir senaryo var elimizde. Hatta biraz ileri gidip senaryonun diziden de çizgi romandan da - ki her ikisini de takip ediyorum - bir adım ötede olduğunu iddia edebilirim. Bunun dışında karakterleri sahiplenme olayı bu oyunu taşıyan etkenlerden belki de en önemlisi. Oyun ilerledikçe bunu daha fazla hissediyorsunuz ve kendinizi ana karakter Lee'nin yerine koyuyorsunuz. Vereceğiniz cevapları, alacağınız kararları bilfiil kendiniz olarak veriyorsunuz. Yani basbayağı empati yapıyorsunuz.
Peki oyun geriyor mu? Bu konuda şunu söyleyebilirim: Zombileri indirmemiz gereken anlar, sorulan sorulara cevap vermemiz gereken o dar zamanlar kadar germedi beni. Her ne kadar bazı sahneler siz ne yanıt verirseniz verin olacağına varsa da bazı sahnelerde vereceğiniz cevaplar kafanıza kurşunu yemenize sebebiyet verebiliyor. Kaldı ki tüm bir oyun boyunca hem oynayıp hem de yanımda oturan kardeşime diyalogları çevirmek zorunda kaldığım için bazı yerlerde aceleyle yanlış cevaplar vermek ya da yalanlar söylemek zorunda kaldım. Bu da ayrı bir keyif katmadı değil tabii.

Yanlış hatırlamıyorsam Heavy Rain'de farklı kombinasyonlar denenerek toplam 17 farklı son izlenebiliyordu. Heavy Rain gibi büyük bütçeler harcanarak yaratılmış bir yapımla kıyaslamak bu oyuna haksızlık olur ama keşke bir iki tane de olsa farklı finale ulaşma imkânımız olsaydı. Bu haliyle çok trajik oldu. Nihayetinde ağlamadım belki ama boğazımda bir yumru hissettim.
The Walking Dead: The Game çizgi romanın vermek istediğini çok iyi veren bir oyun. Takip edenler bilir, Kirkman'ın yapıtı pek çok zombi hikâyesinden ayrı bir çizgide yürür. Bu evrende ölüden çok yaşayandan korkmak gereklidir ki zaten bunu serinin adında da çok açık bir şekilde görürüz. Çizgi romanın ana karakteri Rick Grimes bir zaman sonra Yürüyen Ölüler'in zombiler değil, yaşayanlar olduğunu dile getirir. Post-apokaliptik bir zamanda insanları bekleyen tek bir net düşmanın olması beklenemez nihayetinde. Ana bir tema ve o tema üzerinden şekillenen ayrıntılar belirler her hikâyenin akışını.

Bitirmeden önce değinmem gereken bir ayrıntı daha var ki o da oyunun sonunda çalan parçayla ilgili. Oyun boyunca da atmosfere uygun çok iyi müzikler bize eşlik etti ama bu finaldeki parça hüznü ikiye katladı. Daha önce Metal Gear Solid'in sonunda çalan The Best is yet to Come, Metal Gear Solid 3: Snake Eater'ın sonunda çalan Starsailor imzalı Way to Fall ve Red Dead Redemption'da çalan Compass ile Deadman's Gun aynı etkiyi bırakmıştı bünyemde.

Video Games Awards tarafından 2012'de Yılın Oyunu seçilmiş bir yapım ama, hakkını vermek gerek, bir oyundan çok daha fazlasına sahip. Abartıp; "Bu bir sanat eseri" diyor ve kaçıyorum.

Eski Yıl Sona Erdi, Sikko Bir Yeni Yıl Geldi

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:00

0

İnsanoğlu olarak garip varlıklarız. Mutlulukla, ışık gösterileriyle karşıladığımız her yeni yılı 365 gün sonra küfrederek uğurluyoruz. Çocukluğumuzda yerli malı haftasına elimizde Coca-Cola'yla gelen tiplerdik biz. Bir öğretmen de çıkıp "Yavrum bu yaptığın bıdı bıdı yerli malı haftasına ters" demedi ya la! Mutlu olmamamız gereken şeylerle mutlu olmamızın sebebi o yıllar yani. Biraz daha derine inip irdelemek gerekiyor.

"Çok acımasızdın be 2005! Bir defol git artık!"

"Sen de yıl mısın be! 2010 gel artık n'oluuuur..."

"Hep mi bana lan 2012, hep mi bana? Siktir ol git bir zahmet!"

He canım he, okuyup üflediğimiz tüm lanetleri, tüm kötü ruhları içine tıkıştırdığımız yıl gidince her şey de güllük gülistanlık olacaktı zaten. Peki ya anılar? Giden yıl onları da götürüyor mu giderken? Çeyrek asırı iki sene evvel devirmiş olan ben mesela... 2012'de hayatımın ilk büyük kaybını yaşadım. Toprağın altına çok sevdiğin bir bedeni - ama yalnızca bedeni - yerleştirip, üzerine de iki tahta çakıp, kapatıp gitmek ne demekmiş onu öğrendim. Tüm suçu 2012'ye atmayı seçebilirim. Ne de kolay olurdu...

Her eskiyen yılı küfürlerle uğurlayıp, yenilerini övgülerle ve iyi dileklerle karşılamaya programlanmış biri değilim. Öyleleri de bir zahmet eskisine küfür ederken, sarılıp sarmaladıkları yenisini - çok değil - 365 gün sonra lanetler okuyarak uğurlayacaklarını unutmasınlar.

Azıcık samimi olun yahu!

(Hadi bu da benden size olsun, ilkokul öğretmenim öğretmişti)

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl
bizlere kutlu olsun

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl
sizlere mutlu olsun

Eski yıl sona erdi
yepyeni yıl geldi
Bu yıl olsun mutlu bir yıl
bu yıl olsun hey hey
 

Kardeşiz biz hepimiz
bitmesin hiç sevgimiz

Aramızda dargınlık yok
aramızda hey hey
Mutlu olsun insanlar
mutlu olsun tüm evren

Yeni yılda hep birlikte
yeni yılda hey hey

Alıntı #6

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:20

3

Hayvan Çiftliği (S:147)

Melancholy Man

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:55

0



I'm a melancholy man, that's what I am.
All the world surrounds me and my feet are on the ground
I'm a very lonely man, doing what I can.


Bu şarkının hayatıma girmesine - girmek derken her iki anlamda da - katkılarından dolayı hayatı ve kadınları hâlâ öğretmekte olan Kadıköy sokaklarına, şehrin kötü çocuklarına, simit peşindeki martılara, Karga'ya, standart hayatlara, Montana Çetesi'ne...

Kendime iyi bakmaya çalışacağım bundan sonra.

Tabii böyle bir şey mümkünse...

Kimseye, Hiç Kimseye

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 01:05

2



O'ndan geriye kalan sadece şarkılardır yadigâr. Gece vakti dinlenen radyo ansızın kulağa hâlâ aynı tazelikte fısıldar içinde ancak sizin bildiğiniz pek çok şeyin saklı olduğu şarkıyı. O an bilirsiniz, o şarkının zamanın kırılma anlarından birinde size armağan edildiğini ama bunu artık sadece sizin hatırladığınızı...

O da soruyor mudur ara sıra da olsa kendine "Acaba şimdi ne yapıyordur" diye? Sormuyorsa da zaar vardır bir bildiği...