öylesine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öylesine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ne Zaman Gitti Tren?

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 15:30

0


 "Ön sözler gereksizmiş,
geç bildim."

Garip bir adam vardı. Bundan on yıllar evvel bir çukura düşüp de hayatını kaybetmeden önce şöyle demişti:

"Bakakalırım giden geminin ardından,
atamam kendimi denize, dünya güzel."

Biri kolumdan tutmuş, hafifçe sarsıyor. Dönüp bakıyorum, alnından akan iki damla yaş telaşını ele veriyor. "Ağabey, ne zaman gitti tren?" diye soruyor. Gözlerimi kısıp başımı hafiften sola kırıyorum. "Anlamadım" demenin vücut dilindeki karşılığıdır bu. Umarsızca kolumu sıkıyor ve yineliyor: "Söylesene be adam, ne zaman gitti şu siktiğimin treni?" Buralarda yeni olduğu her halinden belli. Farklı gişelerinde, farklı peronlarında, farklı banklarında, farklı büfelerinde geçirdiğim yıllardan aldığım tecrübenin verdiği vakar ile yanıtlamaya karar veriyorum:

- Merak etme, hep bir yenisi gelir.

"Uzundur ömür meraklanma,
mühimdir yalnızlık, telaşlanma."

Yıllar önce aynı istasyonda birlikte tren beklediğim biri vardı. Gelip geçen ve pek tabii kaçıp giden binlerce trenin ardından bir gün "Bu böyle olmayacak" deyip raylara atlamış ve yürümeyi tercih etmişti. Benim onları beklediğim gibi trenler de beni bekleyebilirdi. Ufuk çizgisinde yitip gidene kadar ardından bakakaldığım şey oydu bu kez. O demirlerin ve çakılların arasında yavaş yavaş kaybolurken ben ise Rodin'in o müthiş heykeline ilham verecek bir duruşla bankta oturmuş, onun gitmeden önce söylediklerini idrak etmeye çalışıyordum: "Bizler doğru zamanda doğru yerde olmayı becerememiş, gölgesiyle bir başına kalmışlarız. Ancak son tren de kaçıp istasyonun ışıkları sönmediği müddetçe senin için umut hep var. Bunca zaman bekleyişinde sana eşlik ettim fakat belli ki ben artık ayaklarıma güvenmeliyim." Başımı kaldırdım. Peronun ışığı tam tepemde de olsa yanıyordu. Gölgem dibime düşüyordu ama bu da bir şeydi. İdrak etmiştim, artık sindirme zamanıydı.

"Duygular, saygılar eşyalardan sonra
yazılmış suya, bir zamanlar aşk olsan da."

Sahi, ne zaman gitti tren? Bir ben kaldım, bir de gölgem. Saatim mi geri kaldı, bilmem. Oysa ben istasyondaydım. 20'li yaşlarımın arifesinde onlarca umudu, heyecanı, beklentiyi sığdırıp geldiğim valizim ile birlikte neden hâlâ burada, bu istasyondayım? Soruları kendim soruyor, cevapları başkasında arıyorum. Biletim de vardı benim oysa, yerleşecektim bir kompartımana, gideceğim noktayı düşünmeden güz manzaları eşliğinde yolculuğun keyfini çıkaracaktım. Tren başka bir istasyonda yeni yolcularını beklerken inip bir simit ile ayran alacaktım. Bir büfeye uğrayacaktım belki, gidenlerinin ardından gözyaşı dökenlere birer kağıt mendil verecektim.

"Bir rüzgara kapıldık biz,
yelkenler delik deşik,"

İstasyon mu büyülü yoksa trenlerin umutlarım ve heyecanlarım yerine korkularım ve kaygılarımı yüklenmesinden mi çekindim, söylemesi zor. Tek bildiğim hâlâ istasyonda oluşum. Üstelik buraya adım attığım güne kadar geçirdiğim zamandan daha fazlasını geçirmişim burada. Belki istasyonun bir parçası olmuşumdur. Belki de sadece saatim geri kalmıştır, bilemiyorum.

Trenler... Sarı renkli trenler, vagonları bomboş trenler, camları kırık trenler, sahibi belli olmayan valizleri yük edinmiş trenler, beni çağıran trenler, karşılık ver(e)mediğim trenler, karşılık al(a)madığım trenler... Hepsinin uğultusunu içimde, yükünü sırtımda taşıyorum. Garın ışıkları hâlâ açık. Bunun ne anlama geldiğini biliyorum. Fakat ben hep geçip giden trenlere bakmaktan bir ara içimdeki treni de kaçırmışım. Birden telaşlanıyorum. İçimdeki gara uğrayıp ışıkları kontrol etmem lazım.

"Atamam kendimi denize, dünya güzel" diyen o garip adamı anımsıyorum tekrar. Konfor alanından çıkabilmiş ve gemilerin ardından bakarak geçirdiği onca zamandan sonra şunları söyleyerek limandan ayrılabilmişti: "Hey, ne duruyorsun be, at kendini denize. Yelken ol, balık ol, kuş ol; git gidebildiğin yere."

Şimdi izin verirseniz içimdeki gara bir uğramam ve ışıkların orada da hâlâ yanık olduğundan emin olmam gerekiyor. Eh, sönmüşse de raylar orada öylece duruyor; ayaklarım da hâlâ sapasağlam.

What Dark Clouds Carry

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:51

0

 


"Ben ona gittikçe soğuyan zamanlarda
sıcacık bir sığınak olayım istemiştim
insanlar içinde üşüdükçe
güvenle gelebileceği

...
konuşayım istemiştim bir yüreğin dilince
yanıtı olmayan sorularda boğmak istememiştim"

Konuşmuştum da...

"Korkmuyor musun?" diye sormuştu kara bulutlarla gelen. Ben o sorunun peşi sıra konuşmuştum:

"Kabuğumla çekirdeğim arasında ışık yılları var benim. Ulaşmak için yola çıkanlardan dönen olmadı henüz. Artık korku üst kattaki komşu gibi benim için, tıkırtısını duymadığımda ürperiyorum ben. Sevilmeye layık olmadığından değil anlayacağın; yolculuk bitmiyor yani, çekirdeğimde gizli inceliklerimi göremiyorlar."

Anladığını söylemişti kafası karışık bir edayla.

Anlamamıştı oysa.

Sorun değildi. Yolculuğa çıkma hevesi törpülenmemişti.

Heyhat, geri dönemeyecekti ve o an bunun farkında değildi. 

Belki de onu getiren bulutların rengi kadar kara bir sevdaya tutulmuştu da bile bile atmıştı o ateşe kendini.

Her iki ihtimalde de sonuç değişmeyecekti.

Çok sevilmenin ne olduğunu ömrü boyunca bilemeyecek, kalbi dakikada kaç defa attığını üzerine yaslanan hiçbir kulağa anlatamayacak, hatırlanmanın ne olduğunu bilemeden zamanın dehlizlerinde sürüklenip gidecek insanlar...

Sensin belki... Benim!

Merhaba.

Krizanteme Adanmıştır

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:22

2

 


“Bilmiyorum” diyebilen, nesli tükenmeye yüz tutmuşların başını gururla çektiğim söylenir. REM’in etkisi miydi yoksa üçüncü dubleden sonra hatıralara attığım çapaları mı çekmeye başlamıştım bilemiyorum. Mütemadiyen giydiği, ağır ter kokusunun her dokusuna sindiği o çizgili gömlekten eser yok. Bembeyaz, jilet gibi bir esvap üzerinde. Göğüs cebinde bir krizantem. Kainatın en esaslı kokusunu aramaya gitmiş de sonunda bulup gelmiş gibi rayiha dolu...


“Bir şey ister misin?” diye soruyorum.

Konuşuyor. Ben duymuyorum ama çok net anlıyorum.

“Doldur” diyor, “duble olsun.”

Peşi sıra bir de sigara yakıyor. Sureti rakı kadehinde, sesi karanlıklar içinde.

“Dede” diyorum, “öte tarafın hâli buradan beter sanırım, ha?”

Gülüyor. Gülünce emin oluyorum, karşımdaki o. Koltuğa asılı pantolonundan aşırdığım bozuklukların ardından topuklarım kıçıma vura vura kaçtığım zamanlardan biliyorum o gülümsemeyi. Tanrıda bile olmayan bağışlayıcılığı o gülümsemede görmüştüm ben.

Anlatıyor sonra. Uzun uzun... Ben yine duymuyorum ama çok iyi anlıyorum. Araya giriyorum bazen:

“Yahu dede, biz bunu onca yıl neden yapmadık hiç?”

Tanrı suretinde gülümsüyor yine.

Saatler geçiyor. Dedemin az sonra bir balkabağına dönüşecek olmasından korkuyorum. Son yudumlarımı ağır ağır alıyorum.

Odanın uzak köşesinden Selda’nın tiz sesi duyuluyor bir zaman sonra: “Katip arzuhalım yaz Şah’a böyle...”

Gözlerim tavana bakıyor. Halının üstünde boylu boyunca uzanmışım. Kuş gibiyim, doğruluyorum. Önümdeki sehpanın üzerindeki krizantemden yayılan rayiha başımı döndürüyor. Halıya yığılıyorum tekrar.

Ne diyordum?

Hah! Tutukluluk halimin devamına..

Yaprak Döker Bir Yanımız

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:46

1


Şimdi Kaf Dağı'nın ardındaki masal diyarında, çağlayan ırmakların ülkesinde, bir akşamüstü rüzgarıyla dans edip yeni tomurcuklanmış krizantemlere söylüyorsun şarkılarını.

Karlar burada da eriyecek elbet; yollar açılacak. Mutlu edeceğim yokluğunu.

Gözyaşıma döktüm seni hüzün kovan kuşu...

İyiler İyi

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 02:16

0


Nisan 2012 yazmıştım. 5 sene 6 ay geçmiş üzerinden. 5 sene ve 6 ay!

"...çoğunda birkaç kuşağın ölüm tarihleri kayıtlı: ad, doğum yılı, ölüm günü ve... ölüm yeri. Bir ad ve iki tarih ve tarihlerin sonuncusu en ince ayrıntısına dek titizlikle yazılmış. Kayıtlar bundan ibaret. İkisi arasında ne olduğu hakkında, yaşanılmış olduğu gerçeğinden başka tek sözcük yok." diye söyler John Berger mezar taşları, ölümün soğukluğu ve insanın bu dünyada kapladığı yer ile varoluşu üzerine. İki tarih arasına sığan gülüşler, hüzünler, sevinçler, sevgiler, gözyaşları, anılar ve bir zamanlar yaşadığımızı hissettiren her şey...

Dedem ile babaannem yeniden birlikteler artık. Anıları, yaşadıkları, yaşattıkları, her anlarında hissettirdikleri sevgileri bana emanet. Bundan sonrası ise her geçen gün köpürmeye devam edecek bir özlem artık. Bense şu hayatta hiçbir şeye, hiç kimseye yenilmedim duygularıma yenildiğim kadar.

Çok mutlu uyuyun, olur mu?

Yeniden buluşana kadar...

Wait in Vain

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:37

0

Daha dün annemizin kollarında uyurken (koşanların sayısı azımsanacak gibi değildi), çiçekli bir bahçemiz olmasa da kışları Amazon yağmurlarından hallice, yazları günde üç t-shirt değiştirten şehrimizin dört tarafı betonla çevrili mahallesinin yollarında az koşmuş değiliz. Sahibi olduğumuz topu kimin tepeceğine karar veren, babanın verdiği harçlıkla (ki hiçbir zaman vermediği olmamıştır) aldığımız cipslerden canımız isterse arkadaşımıza yediren, annemizin balkondan sepetle salladığı suyu kana kana içerken yanıbaşımızdaki arkadaşımızın "bir damla" umudunu çokça hiçe sayan, umrunda olmadığımız kızları en çok kendimize yakıştıran da bizdik. Tabii o vakitler tüm bunlar basit şeylerdi, fakat bakınca anlıyoruz ki bugün neysek o gün o olduğumuz için. Bugün neysem, o gün o olduğum için...

Bir gün benimle tanışma şerefine nail olursanız önceden bilmenizi isterim ki dünyanın en bencil insanlarından birinin elini sıkacaksınız. Sırtında taşıdığı veya taşıdığını sandığı dünyalar dolusu bir çantam var benim. Vazgeçilmez olduğumu sandığım her yerde, her işte, her günde biriktirdiğim anılarım, nefretlerim, sevgilerim, küslüklerim onun içinde. Doyduğu yer yetmeyen, ille de olmak istediği yer olsun diye direten; bu gücü de sevildiğini düşündüğü kişilere yeterince külfet olduğunu bildiği hâlde onları hâlâ arkasında birer destek olarak görmesinde bulan biri için ne yazık ki bu durum böyle. Bir gün, ama ne zaman olduğunu bilmediğim bir gün, belki de bundan 150 sene sonraki bir gün, ama dedim ya, bir gün yağmurun altında o çantayı boşaltacağım; çünkü arınmış, özgür, hisli, herkese yetebilen hissedebildiğim tek yerin orası olduğunu o an idrak edebileceğim. O vakte kadar bu adamın elini sıkmadan önce iki defa düşünün.

Hayat acımasız, soğuk ve zalim
haksız ve hain ba(ğ)zı insanlara...

37

Posted by Anıl | Posted in , , | Posted on 20:19

0

Oğuz Atay'ın beyin tümörüne yenilip gidişinin üzerinden geçen 37'nci sene doldu bugün. Önce ustanın varoluşumuzun yazılı olmayan kanunlarına karşın yapmış olduğu o müthiş saptamalardan biriyle başlayalım, devamını sonra getiririz:

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki sen, neden geri kalıyorsun diye durmak düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hâli ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz."

Yüzlerce sayfa ülke analizi yapıp, denemeler yazabilirsiniz ama işte bütün olup olabileceği bu kadar. Az sözle çok şey anlatabiliyorsak neden kelimeleri daha fazla israf edelim ki? Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ı sekizyüzbilmemkaç sayfa yerine ikiyizküsur sayfaya sığdıramaz mıydı? Öyle olsaydı okuyup bitirmek sadece bir günümüzü alırdı ve bunca yıl göz korkusu çekmek durumunda kalmazdı ba(ğ)zılarımız. Ve fakat o dediğiniz hiç de öyle olmuyor işte azizim. Eğer yaşamla, ölümle, dünyevi zevklerle dalganızı geçmek istiyorsanız bunu neden iki üç cümleye sıkıştırmak isteyesiniz ki? Oğuz Atay öyle yapmış, ne de güzel yapmış; ben Oğuz Atay olabilsem ben de öyle yapardım, ne yazık ki ne Oğuz'um ne de Atay. Dünya ile dalgamı şöyle okkalı bir şekilde dahi geçemediğim aşikâr, şükür ki elimin altında bulunan Tutunamayanlar'dan altı çizili zilyon tane paragrafım sayesinde istediğim zaman bunu yapabiliyorum.

Tutunamayanlar yazılmasaydı, biz hayattan zevk almasını unutmuşlar, biz çevresinde insan kalmamışlar, biz sevmenin ne demek olduğunu unutmuşlar, yani biz her gün yanımızdan geçen yüzlerce insanın farkımıza bile varmadığı mutsuz insanlar, kendimize evrenin tam olarak neresinde yer bulduğumuzu bilebilir miydik? Adımız "Tutunamayanlar" konmasaydı, gerçekten tutunamadığımızın farkına varabilir miydik? Bunun farkına Oğuz Atay vardığı için mi tutunamayanız, yoksa..

Hülasa bu kadar yalnız olduğumuz için, bu kadar mutsuz olduğumuz için, toplumun dayatmalarına bu denli boyun eğdiğimiz için, bu kadar yoksul olduğumuz için, sevebileceğimiz kadınlar çoktan sevilip ve tutabileceğimiz eller çoktan tutulup gittiği için, her gün aynı rutini tekrar tekrar yerine getirdiğimiz için hiç utanmıyor muyuz?

Hayır, sayın Atay, utanmıyoru(m)z!

Mehmene

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:17

0

Hayatlarımızın bir köşesinde hepimiz biraz Kahraman Kıral'ız aslında...

Coward

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:18

0

Cidden ve oldukça iyi niyetle merak ediyorum; bunca kaygı, dert/tasa, yalnızlık, sevgisizlik, bencillik ve sahtelik varken insanlar nasıl mutlu olabiliyorlar? Gerçek mutluluk diye bir şey nasıl var olabiliyor? Hiçbir insan mutlu olmamalı bence. Bunu gerektirecek bir durum yok çünkü. Alarmı kurulmuş saatler, boşaltılan mesaneler, fırçalanan dişler, takılan boyunbağları, ay sonunda banka hesabına yatan komik rakamlar... Hepsi "adam sansınlar" diye, değil mi ama? Harcımız olmadığı hâlde cebimize giren x paraya karşın 3x para alışveriş yapıp, borçlanmamız sebebi de bu değil mi ayrıca: önemli hissetmek. Hem de hiçbir zaman öyle olmadığımız hâlde. Baştan aşağı zavallı yaşantımıza bakmadan elimizdeki pahalı kahve kutularında, asgari 300 liralık gömleklerde, adını telaffuz dahi edemediğimiz yemekler hazırlayan lokantalarda arıyoruz varoluşumuzu. Çünkü onları elimizde tuttuğumuz kadar önemli olduğumuzun hepimiz bal gibi farkındayız işte. Birkaç saniyeliğine de olsa "beyefendi/hanımefendi" olmak kendimizi tatmin etmek için yeterli oluyor. Kısa bir süreliğine de olsa aslında hiç olmadığımız ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacağımız o kişi olabilmek için dünyadaki zeka belirtisi en düşük tiyatroyu oynamayı seçiyoruz; sahte kimlikler altında.. Sen sahte, ben sahte, o sahte... Sevgiyi de, saygıyı da, çevremizi de oynadığımız rol ve o rolü oynamımıza imkân sağlayan "şey" ile kazanabiliyoruz.

Bir insanın doğumunun kutlanması da ayrı bir sahtelik. Ben vazgeçtim mesela.. Kendim kutlamadığım gibi kutlayana da cevabım yok. Bu da ayrı bir sahtelik çünkü. İnsan kendinden nefret ederken, başkasının kutlamasını ne diye dikkate alsın ki? Nihayetinde tüzel kişilerin gerçek kişilerden daha değer verdiği biri olduğumu söyleyeceğim ve bir şekilde üst paragrafa geri döneceğiz..

Sad But True

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:45

0

Arkadaş yumurta değil ki birbirine vurup kırılanı çöpe atasın... Bütün arkadaşlar eşittir. Ama lise arkadaşları daha eşittir. Sanki...

Hopeless Wanderer

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:28

0

Bir rol biçmiş tanrı herkese.

"Sen şu ol, sen bu... Sen yalnız öl, sen genç... Sen de şanslı doğ..."

Benim rolüm belli. Tanrı biliyor... Sadece o biliyor ama; ben dahi bilmiyorum. 28 senedir çözemedim bu hayattaki rolümü. Ama tanrı biliyor... Bilmeli! O her şeye muktedir!

Rolümü terk etme hakkımı da kullanabilirim pek tabii, ama bu işin kolayına kaçmak olur. Acelem yok. Bana verdiği bu esvabı giyeceğim. Oynamamı istediği oyunu oynayacağım. Mademki bana bu rezil, yırtık, toz tutmuş elbiseyi lâyık görmüş; onu geri çevirmeyeceğim. Benim rolümün bu elbise altında olması gerektiğine karar vermişse...

Ona istediğini vereceğim.

Alacağı olsun onun...

Faces of Turkey

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:05

0

Faces of Turkey from The Perennial Plate on Vimeo.

Yalnızlığın Ederi

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 21:57

0

10000$

Gördüğüme Sevindim...

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 23:05

0



Tarkan'ı değil tabii ki...

Dönence

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:22

0

Dünyanın benim etrafımda dönmesi gerektiğine inanmaya başladığımdan beridir güneşe olan düşmanlığım... Artiz şey!

Wild World

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:10

0


Camomile

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:45

1

And then the camomile said "You should've told her, because she loves too"

İnsanız Arada Bir

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:45

0

Bizler yarın sabah kahveyi nereden alacağına, yeni akıllı telefonunun markasının ne olacağına karar veremezken bir yerlerde hayatın sillesini her gün yemek zorunda kalanlar var. Gün sonunda ceplerinde kalanın akşam eve ekmek götürmeye yetip yetmeyeceğini düşünmek zorunda olanlar hani... Gün herkesten çok onların günü aslında; kutlaması bizlere düşse de onlar, bu bayramı en çok hak edenler bugün de çalışmak zorunda. Gördükleri, yaşadıkları ise insan olana reva değil. Biber gazının yaratacağı gözyaşı zorunlu bir gözyaşıdır da zulüm neticesinde yürekten akan gözyaşının kıymeti bir başkadır be!

Hani güzel günler görecektik yahu? Hani motorları maviliklere sürecektik?

Hani çocuklar oyunlar oynayacaktı?

Hani çocuklar hiç ağlamayacaktı?

Sadece Bil

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:20

1


Vazgeçmedim

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:15

0

''Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim...''

Kinyas ve Kayra