Bizim Büyük Kuraklığımız

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:09

0

 
Ana rahminden çıkıp da merhaba dediğmiz dünyanın toplu kurallar bütününü benipseyip benimsemeyeceğimiz sorulmadı hiçbirimize. Kimimizin koşulsuz sahiplendiği, kimimizin sahiplenmek zorunda bırakıldığı, kimimizin reddettiği ve reddettiği için de ötekileşmek durumunda kaldığı bir kesişim kümesi... Senden, benden, bizden çok önceleri senin, benim ve bizim için kayda geçirilmiş doğrular/yanlışlar, uyulacaklar/uyulmayacaklar listesi. Daha hayatın ne anlama geldiğini, dünyanın nasıl bir yer olduğunu bile anlayamayacak durumdayken ilkokul sıralarında tanışıyorsun aslında düzenin çarklarıyla. Küçücük sınıfın girişinde yer alan çöp tenekesinin dibinde dakikalarca tek ayak üzerinde dururken ve bütün sınıf gözlerini sana dikmiş bakarken, öğretmeninin yüzündeki gururda arıyorsun içinde bulunduğun durumun sebebini; çünkü sen sadece sıra arkadaşınla konuşuyordun. Yıllar sonra idrak edebiliyor insan ayağındaki uyuşukluğun ya da avuç içindeki kızarıklığın nedenini. İçinde bulunduğun toplum seni kendi doğrularına göre yetiştirme gayesi gütmekte ve bu ülküsünü de henüz çocuk yaşta okul sıralarında entegre etme çabasındadır. Başına buyruk bir karakteriniz varsa mutlaka veliniz okula çağrılır; nihayetinde öğretmenin oturtamadığı çarklara elbette onlar oturtacaktır.

Bugün Maraş Katliamı'nın yıldönümü. Televizyonda, radyoda, yazılı medyada bununla ilgili bir haber görebilmiş olma ihtimaliniz bir hayli düşük. Çünkü devlet Maraş'ta katledilen yüzlerce Alevi'nin anılmasını, bir başka deyişle yeniden gündeme taşınmasını ilk elden yasakladı. Yaşım itibariyle Maraş'ı kitaplardan okuyup, belgesellerden izlediğim kadar bilsem de devlet bizim jenerasyonumuz için de aynı devlet. O günden bugüne devlet cinayetleri göz önünde bulundurulduğunda katledilenlerin sayısındaki trajik artıştan başka değişen bir şey yok.

Devletin en iyi yaptığı şeydir kaybetmek. Öldürdüklerinin ölümsüzlüğünden öylesine korkar ki çareyi kaybetmekte bulur. Dersim'de, Sivas'ta, Maraş'ta, Malatya'da, Çorum'da, Roboski'de, Gezi'de yaptığı gibi.. Öyle bir korkar ki çareyi Galatasaray Meydanı'nda haftalarca yağmur, çamur, kar demeden bekleyen annelerin üzerine Toma'lar salmakta bulur.. Öyle bir korkar ki çareyi polisin attığı gaz bombası sonucu hayatını kaybeden 14 yaşındaki bir çocuğun acısı çok taze annesini kamuoyuna yuhalatmakta bulur.. Öyle bir korkar ki 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ı bedeninde yaşı kadar mermiyle toprağa yollar.. Öyle bir korkar ki Maraş'ta valinin müdahale isteğine olumlu yanıt vermediği gibi camii hoparlörlerinden bizzat cihat çağrısı yapar.. Gürültüsünün diğer tüm sesleri bastırdığı televizyonlardan ve tirajı yüksek gazetelerden olayları öyle bir aktarır ki maktuller ortalama insanımızın gözünde anında "komünist, anarşist, terörist, marjinal" yaftası yerken "devlet babamız" bir kez daha kahramanlık payesini göğsünde taşıma şerefine nail olur; sorgusuz ve suâlsiz. Unuttunuz mu; sorgulamamayı, suâl etmemeyi öğretmişti bize öğretmenlerimiz.

Ahlâki değerlerimiz öylesine yozlaşmış ki; neyin doğru neyin yanlış olduğuna vicdanımız bile karar veremez hâle gelmiş. Belki de güce tapar yanımız öylesine ağır basmaya başlamış ki; yanlıştan yana olmak daha doğruymuş gibi geliyor pek çoğumuza. Yoksa hangi vicdan - her ne gerekçeyle olursa olsun - bir çocuğun üzerine bombalar yağdıran, ölmeden önce evladına bir kez daha sarılabilmek isteyen anaları mahkeme kapılarında süründüren, nice gencin bir gecede sırra kadem basmasına sebep olan, sırf milliyeti/dini/dili/ırkı/mezhebi farklı diye sokak ortasında öldüren, patron kaybedeceği her saniyenin acısını kendilerinden çıkarmasın diye işçilerin yemeklerini bile yerin yüzlerce metre altında yemesine ses etmeyen bir güce karşı gözlerini kaçırabilir? Adını hatırlamadığım bir yazarın aklımdan çıkmayan şöyle bir sözü var: "Bu memleket üç tarafı Denizlerle çevrili bir kara parçası olduğu kadar dört bir yanı evlatlarını arayan anaların gözyaşları ile de çevrilidir."

Ağaçları sökülmüş, ormanları imara açılmış, dere yatakları termik santraller aşkına kurutulmuş ülkemiz gibi kalplerimiz de kurumuş, vicdanlarımız çöle dönmüş, hiçbirimizin haberi yok.

37

Posted by Anıl | Posted in , , | Posted on 20:19

0

Oğuz Atay'ın beyin tümörüne yenilip gidişinin üzerinden geçen 37'nci sene doldu bugün. Önce ustanın varoluşumuzun yazılı olmayan kanunlarına karşın yapmış olduğu o müthiş saptamalardan biriyle başlayalım, devamını sonra getiririz:

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki sen, neden geri kalıyorsun diye durmak düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hâli ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz."

Yüzlerce sayfa ülke analizi yapıp, denemeler yazabilirsiniz ama işte bütün olup olabileceği bu kadar. Az sözle çok şey anlatabiliyorsak neden kelimeleri daha fazla israf edelim ki? Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ı sekizyüzbilmemkaç sayfa yerine ikiyizküsur sayfaya sığdıramaz mıydı? Öyle olsaydı okuyup bitirmek sadece bir günümüzü alırdı ve bunca yıl göz korkusu çekmek durumunda kalmazdı ba(ğ)zılarımız. Ve fakat o dediğiniz hiç de öyle olmuyor işte azizim. Eğer yaşamla, ölümle, dünyevi zevklerle dalganızı geçmek istiyorsanız bunu neden iki üç cümleye sıkıştırmak isteyesiniz ki? Oğuz Atay öyle yapmış, ne de güzel yapmış; ben Oğuz Atay olabilsem ben de öyle yapardım, ne yazık ki ne Oğuz'um ne de Atay. Dünya ile dalgamı şöyle okkalı bir şekilde dahi geçemediğim aşikâr, şükür ki elimin altında bulunan Tutunamayanlar'dan altı çizili zilyon tane paragrafım sayesinde istediğim zaman bunu yapabiliyorum.

Tutunamayanlar yazılmasaydı, biz hayattan zevk almasını unutmuşlar, biz çevresinde insan kalmamışlar, biz sevmenin ne demek olduğunu unutmuşlar, yani biz her gün yanımızdan geçen yüzlerce insanın farkımıza bile varmadığı mutsuz insanlar, kendimize evrenin tam olarak neresinde yer bulduğumuzu bilebilir miydik? Adımız "Tutunamayanlar" konmasaydı, gerçekten tutunamadığımızın farkına varabilir miydik? Bunun farkına Oğuz Atay vardığı için mi tutunamayanız, yoksa..

Hülasa bu kadar yalnız olduğumuz için, bu kadar mutsuz olduğumuz için, toplumun dayatmalarına bu denli boyun eğdiğimiz için, bu kadar yoksul olduğumuz için, sevebileceğimiz kadınlar çoktan sevilip ve tutabileceğimiz eller çoktan tutulup gittiği için, her gün aynı rutini tekrar tekrar yerine getirdiğimiz için hiç utanmıyor muyuz?

Hayır, sayın Atay, utanmıyoru(m)z!

Afternoon Acoustic

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:05

0


'cause every now and then i fall a bit behind
Every time I stare into your eyes