Bizim Büyük Kuraklığımız

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:09

0

 
Ana rahminden çıkıp da merhaba dediğmiz dünyanın toplu kurallar bütününü benipseyip benimsemeyeceğimiz sorulmadı hiçbirimize. Kimimizin koşulsuz sahiplendiği, kimimizin sahiplenmek zorunda bırakıldığı, kimimizin reddettiği ve reddettiği için de ötekileşmek durumunda kaldığı bir kesişim kümesi... Senden, benden, bizden çok önceleri senin, benim ve bizim için kayda geçirilmiş doğrular/yanlışlar, uyulacaklar/uyulmayacaklar listesi. Daha hayatın ne anlama geldiğini, dünyanın nasıl bir yer olduğunu bile anlayamayacak durumdayken ilkokul sıralarında tanışıyorsun aslında düzenin çarklarıyla. Küçücük sınıfın girişinde yer alan çöp tenekesinin dibinde dakikalarca tek ayak üzerinde dururken ve bütün sınıf gözlerini sana dikmiş bakarken, öğretmeninin yüzündeki gururda arıyorsun içinde bulunduğun durumun sebebini; çünkü sen sadece sıra arkadaşınla konuşuyordun. Yıllar sonra idrak edebiliyor insan ayağındaki uyuşukluğun ya da avuç içindeki kızarıklığın nedenini. İçinde bulunduğun toplum seni kendi doğrularına göre yetiştirme gayesi gütmekte ve bu ülküsünü de henüz çocuk yaşta okul sıralarında entegre etme çabasındadır. Başına buyruk bir karakteriniz varsa mutlaka veliniz okula çağrılır; nihayetinde öğretmenin oturtamadığı çarklara elbette onlar oturtacaktır.

Bugün Maraş Katliamı'nın yıldönümü. Televizyonda, radyoda, yazılı medyada bununla ilgili bir haber görebilmiş olma ihtimaliniz bir hayli düşük. Çünkü devlet Maraş'ta katledilen yüzlerce Alevi'nin anılmasını, bir başka deyişle yeniden gündeme taşınmasını ilk elden yasakladı. Yaşım itibariyle Maraş'ı kitaplardan okuyup, belgesellerden izlediğim kadar bilsem de devlet bizim jenerasyonumuz için de aynı devlet. O günden bugüne devlet cinayetleri göz önünde bulundurulduğunda katledilenlerin sayısındaki trajik artıştan başka değişen bir şey yok.

Devletin en iyi yaptığı şeydir kaybetmek. Öldürdüklerinin ölümsüzlüğünden öylesine korkar ki çareyi kaybetmekte bulur. Dersim'de, Sivas'ta, Maraş'ta, Malatya'da, Çorum'da, Roboski'de, Gezi'de yaptığı gibi.. Öyle bir korkar ki çareyi Galatasaray Meydanı'nda haftalarca yağmur, çamur, kar demeden bekleyen annelerin üzerine Toma'lar salmakta bulur.. Öyle bir korkar ki çareyi polisin attığı gaz bombası sonucu hayatını kaybeden 14 yaşındaki bir çocuğun acısı çok taze annesini kamuoyuna yuhalatmakta bulur.. Öyle bir korkar ki 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ı bedeninde yaşı kadar mermiyle toprağa yollar.. Öyle bir korkar ki Maraş'ta valinin müdahale isteğine olumlu yanıt vermediği gibi camii hoparlörlerinden bizzat cihat çağrısı yapar.. Gürültüsünün diğer tüm sesleri bastırdığı televizyonlardan ve tirajı yüksek gazetelerden olayları öyle bir aktarır ki maktuller ortalama insanımızın gözünde anında "komünist, anarşist, terörist, marjinal" yaftası yerken "devlet babamız" bir kez daha kahramanlık payesini göğsünde taşıma şerefine nail olur; sorgusuz ve suâlsiz. Unuttunuz mu; sorgulamamayı, suâl etmemeyi öğretmişti bize öğretmenlerimiz.

Ahlâki değerlerimiz öylesine yozlaşmış ki; neyin doğru neyin yanlış olduğuna vicdanımız bile karar veremez hâle gelmiş. Belki de güce tapar yanımız öylesine ağır basmaya başlamış ki; yanlıştan yana olmak daha doğruymuş gibi geliyor pek çoğumuza. Yoksa hangi vicdan - her ne gerekçeyle olursa olsun - bir çocuğun üzerine bombalar yağdıran, ölmeden önce evladına bir kez daha sarılabilmek isteyen anaları mahkeme kapılarında süründüren, nice gencin bir gecede sırra kadem basmasına sebep olan, sırf milliyeti/dini/dili/ırkı/mezhebi farklı diye sokak ortasında öldüren, patron kaybedeceği her saniyenin acısını kendilerinden çıkarmasın diye işçilerin yemeklerini bile yerin yüzlerce metre altında yemesine ses etmeyen bir güce karşı gözlerini kaçırabilir? Adını hatırlamadığım bir yazarın aklımdan çıkmayan şöyle bir sözü var: "Bu memleket üç tarafı Denizlerle çevrili bir kara parçası olduğu kadar dört bir yanı evlatlarını arayan anaların gözyaşları ile de çevrilidir."

Ağaçları sökülmüş, ormanları imara açılmış, dere yatakları termik santraller aşkına kurutulmuş ülkemiz gibi kalplerimiz de kurumuş, vicdanlarımız çöle dönmüş, hiçbirimizin haberi yok.

37

Posted by Anıl | Posted in , , | Posted on 20:19

0

Oğuz Atay'ın beyin tümörüne yenilip gidişinin üzerinden geçen 37'nci sene doldu bugün. Önce ustanın varoluşumuzun yazılı olmayan kanunlarına karşın yapmış olduğu o müthiş saptamalardan biriyle başlayalım, devamını sonra getiririz:

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki sen, neden geri kalıyorsun diye durmak düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hâli ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz."

Yüzlerce sayfa ülke analizi yapıp, denemeler yazabilirsiniz ama işte bütün olup olabileceği bu kadar. Az sözle çok şey anlatabiliyorsak neden kelimeleri daha fazla israf edelim ki? Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ı sekizyüzbilmemkaç sayfa yerine ikiyizküsur sayfaya sığdıramaz mıydı? Öyle olsaydı okuyup bitirmek sadece bir günümüzü alırdı ve bunca yıl göz korkusu çekmek durumunda kalmazdı ba(ğ)zılarımız. Ve fakat o dediğiniz hiç de öyle olmuyor işte azizim. Eğer yaşamla, ölümle, dünyevi zevklerle dalganızı geçmek istiyorsanız bunu neden iki üç cümleye sıkıştırmak isteyesiniz ki? Oğuz Atay öyle yapmış, ne de güzel yapmış; ben Oğuz Atay olabilsem ben de öyle yapardım, ne yazık ki ne Oğuz'um ne de Atay. Dünya ile dalgamı şöyle okkalı bir şekilde dahi geçemediğim aşikâr, şükür ki elimin altında bulunan Tutunamayanlar'dan altı çizili zilyon tane paragrafım sayesinde istediğim zaman bunu yapabiliyorum.

Tutunamayanlar yazılmasaydı, biz hayattan zevk almasını unutmuşlar, biz çevresinde insan kalmamışlar, biz sevmenin ne demek olduğunu unutmuşlar, yani biz her gün yanımızdan geçen yüzlerce insanın farkımıza bile varmadığı mutsuz insanlar, kendimize evrenin tam olarak neresinde yer bulduğumuzu bilebilir miydik? Adımız "Tutunamayanlar" konmasaydı, gerçekten tutunamadığımızın farkına varabilir miydik? Bunun farkına Oğuz Atay vardığı için mi tutunamayanız, yoksa..

Hülasa bu kadar yalnız olduğumuz için, bu kadar mutsuz olduğumuz için, toplumun dayatmalarına bu denli boyun eğdiğimiz için, bu kadar yoksul olduğumuz için, sevebileceğimiz kadınlar çoktan sevilip ve tutabileceğimiz eller çoktan tutulup gittiği için, her gün aynı rutini tekrar tekrar yerine getirdiğimiz için hiç utanmıyor muyuz?

Hayır, sayın Atay, utanmıyoru(m)z!

Afternoon Acoustic

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:05

0


'cause every now and then i fall a bit behind
Every time I stare into your eyes

The Last Goodbye

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 22:41

0


The Hobbit hiçbir zaman favori öykülerimden biri olmadı. Fakat bildiğim en eşsiz öyküye "prolog" vazifesi görüyor oluşundan mütevellit nazarımda yeri her daim ayrıdır. Her ne kadar Peter Jackson'ın The Lord of the Rings yorumunu oldukça beğenen ve kitapların sinemaya aktarılabilecek en iyi şekilde aktarılmış olduğuna inanan kesimin bir ferdi olsam da yönetmenin The Hobbit işi için aynı hisleri beslediğimi söyleyemeyeceğim. The Hobbit'in Tolkien tarafından - her şeyden önce - çocukları için yazılmış bir masal olduğunun altını çizmek gerek. Hâliyle üç-yüz-küsur sayfalık bir masaldan 10 saatlik bir film çıkınca paranın kokusunu da her yerden almaya başlıyorsunuz. Öyle ki mali kaygılar yüzünden son filmin adının bile değiştirildiğini unutmamak gerek.

Neyse, konumuz da bu değildi zaten.. Önümüzdeki ay Orta Dünya'ya olan yolculuğumuz son buluyor. Peter Jackson bu 6 filmlik saga'ya son noktayı koyacak şarkı içinse The Last Goodbye'ı seçmiş. Kralın Dönüşü'ndeki solo performansıyla bir nevi kendini kanıtlayıp sonrasında kurduğu müzik grubu ile İskoçya'da kendine farklı bir kariyer kuran Billy Boyd ise şarkının hem besteci hem de güftecisi. Öylesine güzel olmuş ki... Her şeyin sonunda, 18 Aralık akşamı izleyeceğimiz o son sahnede, gözlerimizin dolu dolu olabilmesi için hazırlanmış sanki. Yukarıdaki kolaj ise Peter Jackson tarafından The Hobbit filminin resmi Facebook sayfasında yayınlandı. The Hobbit özelinde Yüzüklerin Efendisi'ne, Orta Dünya'ya ve tüm o eski güzel dostlara veda edecek olmanın hüznüyle...

Frodo: Bir daha onları görebileceğimizi zannetmiyorum.
Samwise: Belli mi olur Bay Frodo? Görürüz belki.

Neyse ki kitaplarımız var...

Neden Bana Aşk Şarkısı Yazan Çıkmaz?

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:42

0


Çünkü biz de kimseye yazmadık be hacı, o yüzden olabilir pek tabii...

O değil de, bi' ara omzunda ağlayabilir miyim Mazhar abi?

Mehmene

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:17

0

Hayatlarımızın bir köşesinde hepimiz biraz Kahraman Kıral'ız aslında...

Coward

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:18

0

Cidden ve oldukça iyi niyetle merak ediyorum; bunca kaygı, dert/tasa, yalnızlık, sevgisizlik, bencillik ve sahtelik varken insanlar nasıl mutlu olabiliyorlar? Gerçek mutluluk diye bir şey nasıl var olabiliyor? Hiçbir insan mutlu olmamalı bence. Bunu gerektirecek bir durum yok çünkü. Alarmı kurulmuş saatler, boşaltılan mesaneler, fırçalanan dişler, takılan boyunbağları, ay sonunda banka hesabına yatan komik rakamlar... Hepsi "adam sansınlar" diye, değil mi ama? Harcımız olmadığı hâlde cebimize giren x paraya karşın 3x para alışveriş yapıp, borçlanmamız sebebi de bu değil mi ayrıca: önemli hissetmek. Hem de hiçbir zaman öyle olmadığımız hâlde. Baştan aşağı zavallı yaşantımıza bakmadan elimizdeki pahalı kahve kutularında, asgari 300 liralık gömleklerde, adını telaffuz dahi edemediğimiz yemekler hazırlayan lokantalarda arıyoruz varoluşumuzu. Çünkü onları elimizde tuttuğumuz kadar önemli olduğumuzun hepimiz bal gibi farkındayız işte. Birkaç saniyeliğine de olsa "beyefendi/hanımefendi" olmak kendimizi tatmin etmek için yeterli oluyor. Kısa bir süreliğine de olsa aslında hiç olmadığımız ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacağımız o kişi olabilmek için dünyadaki zeka belirtisi en düşük tiyatroyu oynamayı seçiyoruz; sahte kimlikler altında.. Sen sahte, ben sahte, o sahte... Sevgiyi de, saygıyı da, çevremizi de oynadığımız rol ve o rolü oynamımıza imkân sağlayan "şey" ile kazanabiliyoruz.

Bir insanın doğumunun kutlanması da ayrı bir sahtelik. Ben vazgeçtim mesela.. Kendim kutlamadığım gibi kutlayana da cevabım yok. Bu da ayrı bir sahtelik çünkü. İnsan kendinden nefret ederken, başkasının kutlamasını ne diye dikkate alsın ki? Nihayetinde tüzel kişilerin gerçek kişilerden daha değer verdiği biri olduğumu söyleyeceğim ve bir şekilde üst paragrafa geri döneceğiz..

İçim Rahat

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:03

0

Futbol öyle bir tutku ki taraftarı olduğunuz takım bir maç kazanır ve o andan itibaren ne iş yerindeki problemleriniz, ne geleceğe yönelik kaygılarınız, ne de yalnızlığınız kalır geriye.. Beklenmedik bir anda bir kahraman sahne alır ve en büyük rakibinizin filelerine gönderdiği füzenin yarattığı rüzgâr tüm derdi tasayı da alır beraberinde götürür.

Düşünüyorum da şu hayatı çekilebilir kılan nadir şeylerin başında Galatasaray geliyor. Sürekli sırtımı sıvazlayan sarı-kırmızı bir tatlı belam var.. Varsın kötü günleri de olsun; bir daha ses edersem ne olayım..

Inside Llewyn Davis

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:10

0

Hang me, oh hang me
I'll be dead and gone
Wouldn't mind the hanging
But the layin' in a grave so long, poor boy
I been all around this world

 Hayata bir dalından tutunabilmek büyük maharet de eninde sonunda, öyle ya da böyle, şu ya da bu şekilde bir gün takatinin kalmayacağını ve düşeceğini bilmek; tüm bu süre zarfında yaşamın sillesini yemek, nihayetini bile bile debelenmek, tüm varoluşsal sıkıntılara göğüs germek - ya da germemek - aklın alacağı şey değil. Almıyor da zaten.. Koca dünya dar gelir de, toprak altına sığamayacak olmak bir başka koyar insana. Sahi ölmek sorun değil de, toprak altında öylece yatakalmak sonsuz zaman boyunca... Düşün dur artık o vakit gelene kadar. Sonra ona da zaman kalmayacak ya..

Henüz açılış sekansında o büyülü sesiyle can verdiği Hang Me parçasıyla kalan dakikalarda hangi duygular arasında geçiş yaşayacağımızın ipucunu az çok veriyor Oscar Isaac. Robin Hood ve Drive gibi filmlerde arka plan rollerdeki başarısıyla dikkat çeken Isaac sonunda hak edilmiş bir başrol ile oyunculuğunu farklı bir seviyeye taşımayı başarmış olsa da film boyunca öyle bir solo resitali veriyor ki müzisyen kimliği ile de "ben buradayım" mesajı bırakıyor.
Inside Llewyn Davis'de bir Coen biraderler (Joel & Ethan) filminde karşılaşabileceğiniz her şey mevcut: Kameranın çevresinden hiç eksik olmadığı zavallı bir karakter, absurd bir mizahla harmanlanmış hüzün, hâliyle kış ve alabildiğine beyaz bir çevre.. Biraderler sinema çizgilerini her daim basmakalıp öğelerin dışında tutmayı tercih edip, öykülerini sıradışı bir çerçeveye oturtmuşlardır. Konu aldıkları olaylar her an her yerde karşımıza çıkabilecekler olaylar olmadığı gibi bunun yanı sıra zamandan da bağımsızdırlar. Buradan çıkarımla Coen'lerin dünyalarını hangi zaman dilimi üzerine oturturlarsa oturtsunlar, hayatın sillesini ağzına ağzına vurduğu bir karakteri kara mizahı ve hüznü eksik etmeden izleyici için her daim ortalık yerde bırakırlar. Öznemiz Llewyn Davis oluyor burada.

Evet, Justin Timberlake'in hayat verdiği Jim ve Carey Mulligan'ın canlandırdığı Jean ya da biraderlerin olmazsa olması John Goodman'ın bedeninde can bulan Roland Turner gibi renkli karakterlerle bezeli de olsa bu isimler arka planda Llewyn'in bir başınalığına, çaresizliğine ve meteliksizliğine karşı birer saygı duruşu gibiler.
Başladığım yere dönecek olursam, filmin henüz ilk sahnesiyle içe işleyip izleyiciyi yakaladığının altını önemle çizmek gerekiyor. Biraderlerin hemen hemen tüm işlerinde karşımıza çıkan beyaz ve soluk gri ton yine bir kış hikâyesinin içine çekileceğimizin habercisi oluyor adeta. Coen'ler bu kez bizi 1960'lı yılların başına, Amerika'da her gün biraz daha sevilen halk müziği dönemine götürüp bırakıyorlar. Yetenekli fakat bir o kadar meteliğe kurşun sıkan avare hâliyle adını duyurma hayalleri peşindeki karakterimiz Llewyn Davis'in en büyük sıkıntısı kendisine şöhret basamaklarını tırmandıracak karizmadan yoksun oluşudur. Çağırıldıkça sahne aldığı müzik kulübünden cebine kalanlar soğuk havada ısınmasına yardımcı olacak bir palto almasına bile yetmediği gibi gecelerini de onun varlığından rahatsızlık duyan ve bunu belli etmekte dahi çekinmeyen "dostlarının" yanında geçirebilirse kendini şanslı saymaktadır. Oradan oraya sürüklenirken sahip olduğu şey gitarı, tek dostuysa kazara kucağında buluverdiği kedidir. Jim'in ayarladığı kısa süreli bir işte kendine yer bulur ve stüdyoya girerler. Fakat önden 200$ alabilmek için stüdyo kayıtlarındaki tüm telif haklarından vazgeçer. Bu aynı zamanda stüdyoya girdiği gibi çıkması anlamına da gelmektedir. Bu andan itibaren Llewyn'in cebindeki 200$ ile yeteneğinin peşinde sürüklendiği ve kalıcı bir iş bulma umuduyla geçen bir haftalık tuhaf yolculuklar silsilesi bekler izleyiciyi.
Inside Llewyn Davis'te abartıya pek fazla kaçılmamış, sade bir anlatım göze çarpıyor. Yalnız ağır ilerleyen, içerdiği müzikler kadar indie ruhu taşıyan ve neredeyse her anı bu müziklerle bezenmiş olan böylesi bir yol filminin pek çokları tarafından sıkıcı bulunabileceği de bir gerçek. Fakat zaten kendi izleyici kitlelerini oluşturmuş iki yönetmen/senaristten bahsediyoruz. Hâl böyleyken biraderlerin filmlerinin anaakım sinema izleyicisi için fazla iyi kaçacağını söylemek abes kaçmaz sanırım.

Filmle ilgili belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus da filmdeki parçaların tamamının çekimler sırasında canlı olarak kayıt altına alınmış oluşu olsa gerek. Amelie, Dark Shadows ve Harry Potter and the Half-Blood Prince'deki sanatı ile gözlerimizin pasını silen Bruno Delbonnel'in muazzam sinematografisi ile birleşen şarkılar içimize kar tanelerinin ve kırağı kaplı araç camlarının süzgecinden geçerek işliyor. Inside Llewyn Davis indie/folk severleri tam kalbinden yakalayabilecek kadar iyi işlenmiş, çok sevdiğiniz bir albümün bünyede bıraktığı defalarca dinleme arzusunu bir film için hissetmeye vesile olabilecek bir yapım.
"As beni, oh, as beni... Sonuçta ölüp gitmiş olurum... Asılmanın pek önemi yok da, toprağın altında yatmak onca zaman, zavallı çocuğum... Ah, gezmedik yerini bırakmadım şu dünyanın..."
Öylesine örtüşüyor ki Llewyn'in öyküsünden dilimize çalınan bölümle... En nihayetinde mutlu son yoktur diyor Coen'ler. Arayın ama umut etmeyin! Nihayetinde her öykünün ucu açık kalmalı. Toprağın altındakiler kadar üstündekiler için bile...

Farewell My Captain

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:21

0

Mutlu olduğunu sanıyoruz herkesin. Her gün sokakta yanımızdan geçen onyüzmilyonbin kişinin bir "hayat" sahibi olduğunu sanıyoruz, fakat esasen öyle mi? Göründüğümüz gibi de olamıyoruz, olduğumuz gibi de görünemiyoruz. İçimizdeki sıkıntıyı yüzümüze konduracağımız anlık ve sahte bir tebessümle savuşturuyoruz ama gerçeği yalnız biz biliyoruz.

Her kaybın ardından bir şeyler yazma zorunluluğu hissetme kaygısı değil benimkisi. Robin Williams'ın bu dünyadan göçmesi demek aslında çok şey demek benim için. Bugün bir hayal gücüm varsa mesela Alan Parrish olmadan hep bir yanı eksik kalırdı. Dayatılana karşı çıkmamız, tekdüzelikten sıyrılabiliyor oluşumuz biraz da Ölü Ozanlar Derneği'nin birer üyesi olmamızdan geliyor. Her filmiyle farklı bir yönümüze seviye atlatmış biri Robin Williams.

Yağmurlu bir Antalya gününde, çocuk hâlimize bakmadan Kaleiçi'nin dar sokaklarında kaybolma pahasına, bugün alışveriş merkezlerinin cıvıltılı dünyasına yenik düşüp kedilere evsahipliği yapan Oscar Sineması'nın dip dibe koltuklarına gömülüp ağzımın suyu aka aka izlediğim Jumanji'ye bugün koleksiyonumun en değerli rafında yer verişim haybeye değil.

Ölümü konduramadığınız kimseler vardır. Siz görmeseniz de hep orada olacağını düşündüğünüz kimseler.. Dün onlardan biri daha gitti; What Dreams May Come'da olduğu gibi kim bilir kimin peşinden..

Yüzüme kondurduğun her gülümseme için sonsuz teşekkürler My Captain.

Pazartesi Notları #140

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:09

0

  • Meğer başbakanı başbakanlıktan etmenin yegâne yolu yine başbakanın kendisinden geçiyormuş. Biz bunu niye düşünemedik?
  • Abdullah Gül'ün geride kalan 7 senede başbakandan geçen boş kağıtları bile imzasız bırakmadığını düşünürsek pek de değişen bir şey olmayacak zaten. Yedi senedir cumhurbaşkanı değil miydi zaten?
  • Malûmu ilân ettik, he, tamam; zâlimi alkışlayacak değilim. De... Şurada burada mütemadiyen beliren ve tercihini "sandığa gitmeme" yönünde kullanma yolunu seçmişleri itibarsızlaştırma çabası içindekileri ne yapacağız? He abicim, bizler "oturduğumuz yerden" ahkâm kesmekle uğraşırken, sen - ki internet ortamında dahi karşına çıkan alâkalı alâkasız her ankette oy kullanma mecburiyeti hissetmediğini sanmıyorum - pazar pazar kalkıp 100 metre ötedeki okuluna gidip, yüzünde bir gurur ifadesiyle zarfını parmaklarının arasından kaydırarak ülkeni bambaşka bir yer hâline getirdin; kutlarım!
    Ha, şunu belirteyim yalnız; hani söz konusu tablo "en çok boykotçuların" eseri ya; kâtile göz yumanların, zûlme ortak olanların, cinsiyetçi, mezhepçi ve ırkçı kitlelerin, ana yuhalatanların, kıç kıllarının, çocuktan terörist yaratanların yanında kendine yer bulanların, doğa yağmacılarını kucaklayanların ve daha birçoklarının memleketi bilfiil işgal ettiği yerde "boykotçular" çok masum kalıyor be arkadaşım.
    Seçmenin hatrı sayılır bölümü bugün sandığa gitmemeyi, bir başka deyişle muhalefet partileri tarafından "aptal yerine" konmamayı seçmiştir. Çünkü bana kalırsa partilerin yapmaya çalıştığı şey, özellikle CHP kanadında, tam olarak buydu. Önünüze seçeneklerle geldiklerinde, zira aralarında inandığınız bir tane yoksa, "sevmedikleriniz arasından en az sevmediğinizi" tercih etmezsiniz. Kimsenin, inanmadığı değerleri temsil edenler arasından "en az tercih edilebilir" olanını tercih etmek gibi bir zorunluluğu olamaz canım kardeşim benim. Yenilgiye uğramaktan nevriniz döndü biliyorum ama bir öfkeyle kalkıp "suçlu" yaftasını yapıştıracağınız alın "boykotçuların" alınları olmasın. "It does not make any sense" bir bakıma... Ha, bu kadar laf etmişken öfkenizi kusabileceğiniz birkaç hedef göstermek gibi bir iyilik yapabilirim size: Bu noktada gözlerinizi, dilimizden düşürmediğimiz barış ve özgürlük hedefleri için sahip olduğu değerlerden sapan, ittifakı yanlış yerde bulan ve sırtını ne yazık ki "ılımlı İslâm"a dayayan ana muhalefete çevirebilirsiniz, inandığı doğrulara sırtını dönmemeyi "tercih etmişlere" değil.. Hem belki muhalefetin başındaki isimleri istifaya zorlarsınız da tekrar barışırız. Olmaz mı?
  • Soma... Beni büyük hâyâl kırıklığına uğrattın Soma..

Dinlenmesi Gerekenler (60) - Bugün Ayın Işığı

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 21:53

0

Diyeceğim çok amma da,
pek kalaba yerdesin..

Pazar Akşamları

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:27

0

Kötü şiir yoktur, az Orhan Veli vardır!

Strongest of Them All

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 22:44

0


Tüm zamanların en iyisine...

Pazartesi Notları #139

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:11

1

  • Pazartesi sendromuna iyi gelmesi amacıyla ortaya çıkan bir fikir değildi Pazartesi Notları. Ama klinik deneylerce ispat edilmemiş olmasına rağmen aksi belirtilene kadar iyi geldiği gözlemlenmiştir. Doz aşımı durumunda duvara başvurunuz.
  • Üzerine zeytinyağı gezdirilmiş kızarmış ekmek gibi bir tada kolay rastlanmaz buralarda.
  • Bir süredir televizyon ve radyoda dönmekte olan "hâlden anlama" temalı Vakıfbank reklamı sizce de iktidar partisi reklamlarından hâllice olmamış mı? Subliminal subliminal döşemiş adamlar bilinçaltımıza parti propagandasını..
  • Nişantaşı Üniversitesi'nin reklam filmlerinde de bir dönemin 01 BBG Murat'ını görebilmek mümkün.
  • O değil de; Nişantaşı Üniversitesi :(
  • "Hey teacher! Leave them kids alone!"
  • demişken.. Pink Floyd yeni albümünü duyurdu.
  • Abur cubur yiyeceksem - sağlıksız beslenme konusunda üzerime yoktur - ETİ'den şaşmam. Hoşbeş gibi güzelliğe vişne (bazı yörelerde "fişne") katmışlar. Übermensch!
  • Jim Jarmusch abimizden Only Lovers Left Alive da bu haftanın önerisi olsun.
  • Sanki her hafta bir önerim varmış gibi...
  • Peh!

Pazartesi Notları #138

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:37

1

  • Dünya Kupası iyi hoş da izleyene festival hissiyatını iliklerine kadar yaşatan grup aşamasından sonrası inanılmaz resmi. Yine de seviyoruz o ayrı..
  • Rastgele gülmeye "a" harfiyle başlamadığım zaman bir şeyleri eksik hissediyorum hep.
  • Coca-Cola'nın 330ml'lik kutuları pazardan çekip, yerine 250 ml'lik kutular sürmeye başlaması da hangi aklın tezahürüdür, bilemedim. Bana kalırsa kutu meşrubatlar söz konusu olduğunda pazarda sağlam bir şamar yemek demektir bu.
  • Ramazan ayının bana kalırsa tek güzel yanı akşam saatlerinde fırınlardan yükselen pide kokusu.
  • Lipton Ice Tea kayısı ve şeftaliyi bir araya getirmiş. Denedim ve soğuk çaydan ziyade meyve suyuna benzediğine kanaat getirdim.
  • Yeni nesil Teenage Mutant Ninja Turtles'dan umutluyum ama Megan Fox'dan April O'Neal mı olur Allahsızlar!

Sad But True

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:45

0

Arkadaş yumurta değil ki birbirine vurup kırılanı çöpe atasın... Bütün arkadaşlar eşittir. Ama lise arkadaşları daha eşittir. Sanki...

Alıntı #9

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:28

0

Mülksüzler (S:50)

90'lı Yıllar #19

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:11

0

Türk popüler müziğinin 90'lı yıllarına baktığımızda şarkı/klip ekseninde akılalmaz bir dengesizlik göze çarpar. O döneme ait şarkıları bugün dahi ayıla bayıla dinlerken aynı şeyleri klipler için söyleyebilmek pek mümkün görünmüyor. Örneğin az sonra izleyeceğiniz klipte görecekleriniz şunlardan ibaret: Mirkelam'dan hâllice koşturan, Doktor Erol "Köse" Bey tarafından ağzı kapatılan ve arada bir negatifi çıkan Ragga Oktay. Şarkının harika oluşu cebimizde dursun, Türkiye'de o güne kadar pek denenmemiş bir tarzla ortaya çıkan Ragga abimizi Çokolat Kız ve Aman O ile çok sevmiştik biz. Sonraları bir GSM operatörünün reklam filmlerinde kendisine yazık etmeseydi daha iyiydi ya, neyse... Olacağı varmışsa demek...

The Boxer

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:37

0



Mutlu gibi görünen şarkılar vardır; bir zaman sonra insanın ağzına sıçar ve olaylar gelişir...

Hopeless Wanderer

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:28

0

Bir rol biçmiş tanrı herkese.

"Sen şu ol, sen bu... Sen yalnız öl, sen genç... Sen de şanslı doğ..."

Benim rolüm belli. Tanrı biliyor... Sadece o biliyor ama; ben dahi bilmiyorum. 28 senedir çözemedim bu hayattaki rolümü. Ama tanrı biliyor... Bilmeli! O her şeye muktedir!

Rolümü terk etme hakkımı da kullanabilirim pek tabii, ama bu işin kolayına kaçmak olur. Acelem yok. Bana verdiği bu esvabı giyeceğim. Oynamamı istediği oyunu oynayacağım. Mademki bana bu rezil, yırtık, toz tutmuş elbiseyi lâyık görmüş; onu geri çevirmeyeceğim. Benim rolümün bu elbise altında olması gerektiğine karar vermişse...

Ona istediğini vereceğim.

Alacağı olsun onun...

Faces of Turkey

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:05

0

Faces of Turkey from The Perennial Plate on Vimeo.