Inside Llewyn Davis
Posted by Anıl | Posted in sinema | Posted on 00:10
Hang me, oh hang me
I'll be dead and gone
Wouldn't mind the hanging
But the layin' in a grave so long, poor boy
I been all around this world
I'll be dead and gone
Wouldn't mind the hanging
But the layin' in a grave so long, poor boy
I been all around this world
Hayata bir dalından tutunabilmek büyük maharet de eninde sonunda, öyle ya da böyle, şu ya da bu şekilde bir gün takatinin kalmayacağını ve düşeceğini bilmek; tüm bu süre zarfında yaşamın sillesini yemek, nihayetini bile bile debelenmek, tüm varoluşsal sıkıntılara göğüs germek - ya da germemek - aklın alacağı şey değil. Almıyor da zaten.. Koca dünya dar gelir de, toprak altına sığamayacak olmak bir başka koyar insana. Sahi ölmek sorun değil de, toprak altında öylece yatakalmak sonsuz zaman boyunca... Düşün dur artık o vakit gelene kadar. Sonra ona da zaman kalmayacak ya..
Henüz açılış sekansında o büyülü sesiyle can verdiği Hang Me parçasıyla kalan dakikalarda hangi duygular arasında geçiş yaşayacağımızın ipucunu az çok veriyor Oscar Isaac. Robin Hood ve Drive gibi filmlerde arka plan rollerdeki başarısıyla dikkat çeken Isaac sonunda hak edilmiş bir başrol ile oyunculuğunu farklı bir seviyeye taşımayı başarmış olsa da film boyunca öyle bir solo resitali veriyor ki müzisyen kimliği ile de "ben buradayım" mesajı bırakıyor.
Inside Llewyn Davis'de bir Coen biraderler (Joel & Ethan) filminde karşılaşabileceğiniz her şey mevcut: Kameranın çevresinden hiç eksik olmadığı zavallı bir karakter, absurd bir mizahla harmanlanmış hüzün, hâliyle kış ve alabildiğine beyaz bir çevre.. Biraderler sinema çizgilerini her daim basmakalıp öğelerin dışında tutmayı tercih edip, öykülerini sıradışı bir çerçeveye oturtmuşlardır. Konu aldıkları olaylar her an her yerde karşımıza çıkabilecekler olaylar olmadığı gibi bunun yanı sıra zamandan da bağımsızdırlar. Buradan çıkarımla Coen'lerin dünyalarını hangi zaman dilimi üzerine oturturlarsa oturtsunlar, hayatın sillesini ağzına ağzına vurduğu bir karakteri kara mizahı ve hüznü eksik etmeden izleyici için her daim ortalık yerde bırakırlar. Öznemiz Llewyn Davis oluyor burada.
Evet, Justin Timberlake'in hayat verdiği Jim ve Carey Mulligan'ın canlandırdığı Jean ya da biraderlerin olmazsa olması John Goodman'ın bedeninde can bulan Roland Turner gibi renkli karakterlerle bezeli de olsa bu isimler arka planda Llewyn'in bir başınalığına, çaresizliğine ve meteliksizliğine karşı birer saygı duruşu gibiler.
Başladığım yere dönecek olursam, filmin henüz ilk sahnesiyle içe işleyip izleyiciyi yakaladığının altını önemle çizmek gerekiyor. Biraderlerin hemen hemen tüm işlerinde karşımıza çıkan beyaz ve soluk gri ton yine bir kış hikâyesinin içine çekileceğimizin habercisi oluyor adeta. Coen'ler bu kez bizi 1960'lı yılların başına, Amerika'da her gün biraz daha sevilen halk müziği dönemine götürüp bırakıyorlar. Yetenekli fakat bir o kadar meteliğe kurşun sıkan avare hâliyle adını duyurma hayalleri peşindeki karakterimiz Llewyn Davis'in en büyük sıkıntısı kendisine şöhret basamaklarını tırmandıracak karizmadan yoksun oluşudur. Çağırıldıkça sahne aldığı müzik kulübünden cebine kalanlar soğuk havada ısınmasına yardımcı olacak bir palto almasına bile yetmediği gibi gecelerini de onun varlığından rahatsızlık duyan ve bunu belli etmekte dahi çekinmeyen "dostlarının" yanında geçirebilirse kendini şanslı saymaktadır. Oradan oraya sürüklenirken sahip olduğu şey gitarı, tek dostuysa kazara kucağında buluverdiği kedidir. Jim'in ayarladığı kısa süreli bir işte kendine yer bulur ve stüdyoya girerler. Fakat önden 200$ alabilmek için stüdyo kayıtlarındaki tüm telif haklarından vazgeçer. Bu aynı zamanda stüdyoya girdiği gibi çıkması anlamına da gelmektedir. Bu andan itibaren Llewyn'in cebindeki 200$ ile yeteneğinin peşinde sürüklendiği ve kalıcı bir iş bulma umuduyla geçen bir haftalık tuhaf yolculuklar silsilesi bekler izleyiciyi.
Inside Llewyn Davis'te abartıya pek fazla kaçılmamış, sade bir anlatım göze çarpıyor. Yalnız ağır ilerleyen, içerdiği müzikler kadar indie ruhu taşıyan ve neredeyse her anı bu müziklerle bezenmiş olan böylesi bir yol filminin pek çokları tarafından sıkıcı bulunabileceği de bir gerçek. Fakat zaten kendi izleyici kitlelerini oluşturmuş iki yönetmen/senaristten bahsediyoruz. Hâl böyleyken biraderlerin filmlerinin anaakım sinema izleyicisi için fazla iyi kaçacağını söylemek abes kaçmaz sanırım.
Filmle ilgili belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus da filmdeki parçaların tamamının çekimler sırasında canlı olarak kayıt altına alınmış oluşu olsa gerek. Amelie, Dark Shadows ve Harry Potter and the Half-Blood Prince'deki sanatı ile gözlerimizin pasını silen Bruno Delbonnel'in muazzam sinematografisi ile birleşen şarkılar içimize kar tanelerinin ve kırağı kaplı araç camlarının süzgecinden geçerek işliyor. Inside Llewyn Davis indie/folk severleri tam kalbinden yakalayabilecek kadar iyi işlenmiş, çok sevdiğiniz bir albümün bünyede bıraktığı defalarca dinleme arzusunu bir film için hissetmeye vesile olabilecek bir yapım.
"As beni, oh, as beni... Sonuçta ölüp gitmiş olurum... Asılmanın pek önemi yok da, toprağın altında yatmak onca zaman, zavallı çocuğum... Ah, gezmedik yerini bırakmadım şu dünyanın..."
Öylesine örtüşüyor ki Llewyn'in öyküsünden dilimize çalınan bölümle... En nihayetinde mutlu son yoktur diyor Coen'ler. Arayın ama umut etmeyin! Nihayetinde her öykünün ucu açık kalmalı. Toprağın altındakiler kadar üstündekiler için bile...
Comments (0)
Yorum Gönder