Mary and Max

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:00

1

Hatırlıyorum... Yılbaşı öncesi aldığım kar temalı kartpostalların arka tarafına kalemim elverdiğince bir şeyler yazar sonra onu anneannem ve dedeme postalardım. Her sene tekrar ederdim bunu. İlkokuldaydım henüz ve internet denen şey girmemişti hayatımıza. Postacıların kredi kartı dökümanları ve icra tebligatlarından çok mektup taşıdığı yıllardı... Sonrasında da değişen pek bir şey yok aslında. Ara ara değreşen romantizmi bir kenara bırakırsak dilimizde pul tadı kalmadan, postaya para ödemek zorunda kalmadan kendi işimizi kendimiz görebiliyoruz artık. Hem öyle bir mektubun adrese ulaşmasını günlerce beklemek zorunda da değiliz. Sesini duymadığım, yüzünü görmediğim pek çok e-posta arkadaşım var(dı) benim. İnsanlar en yakınlarına anlatamadığı pek çok şeyi başka bir yerde nefes aldığını bildiği o insana rahatlıkla anlatabiliyor. Her şey tek bir "enter" tuşuna bakar...
İnsan neden mektup arkadaşı arar? Pek çok sebebi vardır muhakkak. İçimizde kopan fırtınaları tanıdık yüzlere anlatamıyor oluşumuz nedenlerden biri olabilir mi? Peki ya yalnızlık? Kesinlikle. Sosyalleşme konusunda sıkıntı yaşayan, toplum içerisinde kendini rahat hissedememe kaygısı güden, bununla birlikte yazılı olarak kendini güvenli evinde hisseden kimselerde bunun izlerini bulmak mümkün. "Ne insanlar tanıdım Twitter arkadaşları gerçek arkadaşlarından daha fazla" gibi bir muhabbete girmeden olayı bağlayacağım. Bir sosyolog değilim, psikiyatrist hiç değilim. Ancak insanın kendini yalnız hissettiği anlarda deniz kenarına gidip gözlerini daldırdığı ufuk çizgisinde bir şeylerin izini sürdüğünü ya da yağmurun ıslattığı caddelerde hiç kimse olmayan kalabalığın arasında kaldırımlarını dövdüğünü iyi bilirim. Sizin de bildiğinize ve bunun okulunu okumadığınıza eminim.
"Yağmur yağdığında koyunlar çeker mi? Peki göbek deliğimizde biriken pamukların rengi neden hep mavidir?" 8 yaşındaki Mary bunları düşünür çokça zaman. Sahip olduğu horozundan başka bir arkadaşı olmadığı için düşünmek için fazlasıyla zamanı vardır. İlgisiz ebeveynlerinin kendi hallerinde dertleri vardır. Mary kıvamı arttırılmış sütü çok sever. Bir de çikolatayı... Alnının orta yerinde konuşlanmış doğumdan kalma o çirkin izi aynaya her baktığında görmek zorundadır. Hayatında bir şeyleri değiştirmelidir. Afres defterinden rastgele bir isim seçer ve yazdığı mektup Avustralya'dan New York'a kadar uzanır.
Max Horovitz... Göbeğiyle tezat oluşturabilecek bir hayatı vardır. 44 yaşındadır. Toplumda herhangi bir yer edinememiş, aşkın tadına bakmamış, toplumun yazısız kurallarına karşı gelen, evcil hayvanları ve psikoloğu dışında arkadaşı olmayan, her şeye takıntılı, Asperger Sendromundan muzdarip bir adam... Hayatındaki renksizlik filme yansımıştır. Zira Max'in sahnelerinin tamamı siyah-beyazdır ve sahnelerdeki tek renk Mary'den gelen hediyelere aittir. Benzer olarak Max'in Mary'e gönderdiği hediyeler de Mary'nin yanındayken renklerini kazanır.
"Max hoped Mary would write again. He'd always wanted a friend. A friend that wasn't invisible, a pet or rubber figurine."
2009'da tamamlanan Mary and Max, Avustralyalı genç yönetmen Adam Elliot'un ilk uzun metraj stop-motion filmi. Daha önce 2003 yılında çektiği Harvie Krumpet ile en iyi kısa animasyon Oscar'ını kucakladığında haliyle sonraki projeleri için çıtayı da yükseltmiş oldu. İki film arasındaki altı sene Mary and Max'in yapımına harcandı ve beklenen film geç de olsa gelmiş oldu. Öyle ki sadece çekimler için ayrılan süre 15 ayı bulur.
Mary and Max bir animasyon, fakat bu haliyle bile türün diğer filmlerinden ziyadesiyle ayrılmayı başarıyor. Her şeyden önce yanınıza küçük yeğeninizi alıp da izleyebileceğiniz türden bir animasyon değil. Filmde çok fazla psikolojik unsur var. Satır aralarına sıkıştırılan ince espriler de İngiliz kara mizahı kokmuyor değil. Birbirine uzak iki insanın aynı gökyüzünde birbirlerini bulmaları yüzlere tebessüm yerleştirmeye yetiyor nihayetinde.
"You are my best friend. You are my only friend."