The Damned United

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:45

0

"Well, I might as well tell you now. You lot may all be internationals and have won all the domestic honours, there are to win, under Don Revie. But as far as I'm concerned, the first thing you can do for me is to chuck all your medals and all your caps and all your pots and all your pans into the biggest fucking dustbin you can find, because you've never won any of them fairly. You've done it all by bloody cheating."

İnsan hayatının en büyük başarısını unutur mu? Ben de unutmam... Sene 2006. Erzurumspor'un başındayım. Daha sonra askerlik görevimi yerine getireceğim şehrin futbol takımını yönetiyorum. Mavi beyazlı ekibe imza attığım gün işlerin birkaç sene sonra geleceği noktayı tahmin dahi edemiyorum. Ancak alınması gereken çok fazla yol var, bunu biliyorum. Tesis ve stadyum bakımından yetersiz, neredeyse seyircisiz bir kulüp Erzurumspor. Öyle ki futbolcular antrenmanlarını dahi biçilmemiş çimlerde yapıyorlar. Şartlar zor, Anadolu'da her daim olduğu gibi... Eldeki kısıtlı bütçeyi transferlere zor yetiştiriyoruz. Alt liglerden oyuncu izliyor yardımcılarım. Ucuz ama yetenekli, lakin üst ligler için gelecek vaadetmeyen genç isimler bunlar. Aşı tutuyor... O vakitler 2.Lig B Kategorisi olarak adlandırılan ligden 2.Lig A Kategorisi'ne yükselmeyi başarıyoruz. İşler haliyle çok daha zor... 2 yıllık bir süre içerisinde kendimizi Süper lig'de buluyoruz. Asansör takım olmaya hiç mi hiç niyetimiz yok. Süper Lig'de heyecanın dolu dolu yaşandığı 4 müthiş sezona 2 şampiyonluk ve 1 UEFA Kupası sığdırıyoruz. Tüm zamanların en büyük başarı hikâyesi böyle yazılıyor işte.
Bir rüya değildi bu... Futbol ile az biraz ilgilenenler bilir... Championship Manager'den bahsediyorum pek tabii. Hayat hiç kolay değil. Futbol da öyle... "Aslında basit bir oyun" diyenlerin dahi paradoksudur aslında. Yukarıda okuduklarınız, bir oyun olmasaydı eğer, "gerçektir" diyebilir miydiniz - ki oyunda bile saygı uyandıracak denli zordur. Küçük bir kasabanın futbol takımına önce ulusal liglerde, akabinde Avrupa genelinde saygı uyandırmak kolay mıdır? Kolay olmadığı kesin, ancak imkansız değil. Brian Howard Clough ettiğimiz bu kadar kelamın öznesidir bir bakıma.
Futbolculuğunda 213 maça 197 gol sığdırmış, ancak tüm bilinirliğini teknik direktörlük günlerine borçlu olan bir adam Brian Clough. Yılların Nottingham Forest efsanesini yaratan, o takıma saygı duyulmasını sağlayan da ondan başkası değil. Hırsın ve tutkunun, düşmenin ve kalkmanın, aynı zamanda saplantıların hikâyesi onunki. Ve en nihayetinde başarının...
1967 yılında Derby County'den gelen teklifi kabul ettiğinde piyasadaki en genç teknik adamlardan biridir. Yardımcılığına seçtiği Peter Taylor'un kariyerinde büyük pay sahibi olacağını o vakitler bilmemektedir. Clough takımı devraldığında County 2.Lig'in dibine demir atmıştır. Basamaklar birer birer tırmanılır. 1968/69 sezonunda Derby en yakın rakibinin 7 puan önünde şampiyon olarak 1.Lig'e yükselir. Şimdiki adı Premier Lig olan ligi o yıllarda Don Revie yönetimindeki Leeds United kasırgası domine etmekteydi. Yine de Brian Clough'lu Derby ligdeki ilk sezonunu 4.sırada tamamlayıp Avrupa kupalarına katılma hakkı kazandı. Hoş, mali yetersizlikler yüzünden Avrupa'da mücadele edemeyeceklerdi. 1971/72 sezonuna gelindiğinde Derby kendini şampiyonluk yarışı içinde buldu ve lig sonunda Leeds United'i geride bırakıp tarihinin ilk şampiyonluğunu elde etti. Bu hikâyede yanlış bir şey yok ve Championship Manager'den alıntı değil. Üstelik dahası var.
Bir sonraki sezon Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı finale dek yükselir Derby. Ancak iki maçın sonunda İtalyan ekip Juventus'a elenirler. Kulüp başkanı ile olan anlaşmazlıkları üzerine sunduğu istifası yönetim kurulunca kabul görür ve Brian Clough artık işsizdir. Derby County'den sonra bir sezon boyunca Brighton'u yöneten genç teknik adam daha sonra soluğu Leeds United'de aldı. The Damned United da işte tam bu noktada başlıyor.
2009 yılında yönetmen Tom Hooper efsanevi teknik adamın Leeds United'da geçirdiği kabus gibi 44 günü beyazperdeye aktardığında bu denli başarılı bir işe imza atacağını tahmin ediyor muydu acaba? Dedik ya hikâye Clough'un Leeds United'e imzasından itibaren kulüpte geçirdiği 44 zor güne odaklanıyor ve "flashback"ler ile destekleniyor. Filmin öyküsüne fazla girip henüz izlememiş fakat izlemeyi planlayanların huzurunun içine etmek gibi bir niyetim yok. Yalnız söylemem gerekenler de var... Filmin henüz başında Leeds United'i şampiyonluklara taşıyan Don Revie ile Clough'un ilk karşılaşmalarının hiç de Derby'nin genç antrenörünün hayal ettiği gibi geçmediğini görüyoruz. Federasyon Kupası'ndaki o "olay" olmasa belki şimdi ortada ne Brian Clough efsanesi olacak ne de Derby ile Nottingham'ın methini duymuş olacaktık. Film bunu çok güzel işliyor. Brian Clough'un hırsını, tutkularını ve saplantılarını görüp, nefretine ve heyecanına tanık oluyoruz. Belki de Mourinho'nun atası ile tanışıyoruz. Brian Clough başarı için bir çıta koymayı ve onun için mücadele etmeyi gösteriyor
The Damned United futbolun amatör ruhunu, futbol endüstrisinin ve ekonomisinin 40 yıl önce hangi koşullar altında seyrettiğini başarıyla aktarıyor. Bugün hakkında okumaktan başka bir şey yapamadığımız bir dönemi olduğu gibi hissettirebiliyor. Sırf bu yüzden bile hiç şüphe duymadan "Bugüne kadar yapılmış futbolu konu alan en iyi film" yaftasını üzerine yapıştırabiliyoruz. Goal gibi futbolu ajite etmeden, Victory gibi ideoloji kokutmadan, Green Street Hooligans gibi nefreti eyleme dökmeden bunu yapabilen gerçek bir futbol filmi The Damned United. Güzel bir futbol filmi...
Sadece futbol meraklılarını değil, izleyen herkesi keyiften mest edecek bu filmdeki oyuncu seçimleri de bir hayli önemli. Sessiz sedasız patlama yapan filmde görece az tanınan isimlerin yer alması filmin izleyiciyi çekmesi bakımından önemli. Brian Clough rolünde Michael Sheen'i görüyoruz. İyi ki de görüyoruz. Fotoğrafları haricinde tanımadığımız bir adamı gülüşüyle, nefretiyle, bakışlarıyla ancak bu kadar hissetirebilirdi bir oyuncu. Bunu da Sheen çok iyi kotarıyor.
Pek değinmedik ama filmde en az Brian Clough kadar önemli bir başka karakter daha var. Hayır, Don Revie değil, Peter Taylor. Clough'un yardımcısı ve gözlemcisi olan Taylor'u çoğumuzun Harry Potter serisinden tanıdığı Timothy Spall oynuyor. İkilinin Derby County günlerinde başlayan dostlukları, birbirleri için önemleri ve başarı öyküleri...
Brian Clough, Leeds United'dan sonra tarih yazacağı kulüp Nottingham Forest'a gelir. Forest'i 1.Lig'e çıkardığı ilk sezon Liverpool'a 7 puan fark atarak şampiyon yapar ve "sezonun en iyi teknik direktörü" ödülüne layık görülür. Nottingham Forest ve Clough-Taylor ikilisi yerel başarılarla sınırlı kalmaz. 1978/79 ve 1979/80 sezonlarında üst üste iki kez Avrupa'nın en büyük kupasını kazanırlar. Bir başka deyişle futbol tarihinin en büyük başarı hikayesini oyunlarda değil, futbolun kendi içinde, gözler önündeyken yazarlar.
20 yıl sonra, bir üçüncü dünya ülkesinden, İngilizler'in "underdog" olarak nitelendirdiği bir takım, serin bir mayıs gecesi, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da Avrupa'nın 2 numaralı kupasını hem de bir İngiliz devini yenerek kazandığında o topraklarda yaşayan insanlar eşi benzeri görülmemiş bir gururla çıktılar sokaklara. Aynı takım sadece 3 ay sonra bu kez Avrupa'nın en büyüğü olmak için çıkacaktı sahaya. Ve olacaktı da... Yalnız ne o takımın teknik direktörü ne de futbolcuları imkansızı başardıkları için el üstünde tutulacaklardı. Hiçbirinin heykeli dikilmedi o topraklarda, eminim dikilmeyecektir de. Ancak 20 Eylül 2004 tarihinde mide kanseri yüzünden hayata veda eden Brian Clough'un heykeli İngiltere'nin pek çok yerinde bir başarı abidesi olarak yükselmeye devam edecek. Bundan eminim...

D&R'dayım

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 11:13

0

Durun durun. İmza günü düzenlemiyorum. Belki o da olur yakında :) Takipçilerim biliyor, her ay düzenli olarak RoadLife adlı dergide sinema üzerine yazılar yazıyorum. Dergimiz artık yalnızca koltuk arkalarına bağımlı değil. Kültür-sanat ve aktüalite kokan bir dergiyiz biz. Ve layığımızı buluyoruz nihayetinde. RoadLife'ye ve tabii ki bana, temmuz ayından itibaren her ay D&R'lardan ulaşabilirsiniz. Çok net!

Pazartesi Notları #106

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 13:15

0

  • Ülkemizde ne çok krallık varmış meğer. Gol kralı, kumarhaneciler kralı, çöpçüler kralı, bekçiler kralı, kraldan çok kralcılar kralı... Gider bu...
  • Ülkede yasaklananlar kervanına Pitbull cinsi köpekler de katıldı. Memleketin halini ailecek hayretler içerisinde takip ediyoruz.
  • Godoş çok güzel bir kelime bence. Küfür gibi ama değil, sevgi sözcüğü gibi ama o da değil...
  • İnsan güzel anılarını saklayabilse, kötü günlerinde bohçasından çıkarıp yeniden yaşayabilse ya...
  • "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" dizesi artık mazi. Tepe kalmadı İstanbul'da. Tepe olsa da bakacak bir İstanbul kalmadı.
  • Yarışma programlarında bile kötü durumlar için joker hakkı bulunurken, hayatın kendisi bu hakkı neden tanımıyor insana?
  • The Truman Show'un bir parçası olabilir miyim? Etrafımdaki herkes, bunu okuyan sen bile, bu şovda bana rol yapıyor olabilir misiniz? Bu durumda şovun adının da The Anıl Show olması gerekmez mi? Bilemedim.
  • Biri yer biri bakar
    Kıyamet Behlül kaçar...
  • Siz siz olun kör bir arkadaşınıza "Bilmem kime çok benziyorsun" demeyin.
  • Müsait bir yerde inecek vaaaaaaaaaaar!
  • Unum da var, şekerim de var, yağım da var... Ancak taksici değilim. Olur mu?
  • Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar? Demokrasilerde mi çare tükenmez, çarelerle mi demokrasi tükenir?
  • Ben eskiden, yani çok önceleri, küçükken hatta, Sıhhi Tesisat tabelası gördüğümde "Ulan neden bütün tesisatçıların adı Sıhhi?" derdim. Çocuktum ama ya...
  • İktidar partisi ses etmiyor ama takip etmiyoruz sanılmasın tabii. 12 Eylül için seçmen listeleri hazırlandı. Takipçisi olun efendim.
  • Bugün Allah bizim için ne yaptı? Savaş, terör, yoksulluk, haksız kazanç... Başka?
  • Mustafa Kemal'e de "Boşver birader ya, memleketi sen mi kurtaracaksın?" demişler midir? O'ndan sonra bizdeki zihniyet hep bu ya, ve böyle olduğumuz için bu durumdayız ya...
  • Buse'ye...

Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:30

0



Metal Gear Solid'i son bıraktığımda ekranda yazılar akıyordu. Bir de parça vardı fonda insanın boğazına bir şeyler düğümleyen (bkz. Way to Fall). Aradan kaç zaman geçmiş bilemiyorum. Herkes bir şeyler söylüyor ya bu Hideo Kojima mucizesi hakkında, "Bir oyundan fazlası" görüşünde hemfikirler ya hani, o gün gözlerimden birkaç damla yaş süzülürken nedenini anlamıştım bunun. Adı konulamaz bir duygu seli yaşatıyordu bu interaktif film. Snake Eater'in üstüne koyulamayacağını düşünüyordum o zamanlar. Şimdi, Guns of the Patriots'dan sonra bakıyorum da bu muhteşem seri PlayStation için değil, PlayStation Metal Gear Solid efsanesi için üretilmiş...
Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots hiç kuşku yok ki üçüncü oyunun boğazda bıraktığı yumruyu her açıdan daha da sağlamlaştırıp, ekran karşısındaki oyuncunun sıdkını sıyırıp, soluksuz bırakabiliyor. Oyunun henüz başındaki Orta Doğu bölümü ve Act 2'deki Güney Amerika macerası eski maceraların havasını yakalasa da nirvanaya Act 3 ile birlikte tırmanmaya başlıyorsunuz. Özellikle Avrupa'da geçen ve sizi Big Mama'ya ulaştıracak olan o takip sahnesini hangi filmde görseniz bu denli etkilenirsiniz ki? Sonrası malum, ışıltıların buram buram kasvet dağıttığı tipik Avrupa sokaklarındaki kovalamaca ve en nihayetinde müthiş bir ortamda Liquid'den yenilen yığınla şamar... Snake'nin "Ocelot" haykırışı...
Act 4 ile birlikte Hideo Kojima'nın benzersiz sürprizine maruz kalıyoruz. Hoş da oluyor... Her şeyin başladığı yerde, Shadow Moses adasındayız... Değişen hiçbir şey yok. Sadece geride bırakılan anılar Snake'yi eski gücünden mahrum bırakmış, biz yine de anılarımıza tutunuyoruz. Asansör olduğu yerde, helikopter pisti bıraktığımız gibi... Sigara dumanını tüttüren o kar maskeli asker yok belki ama ondan saklanırken el izlerimizi bıraktığımız duvar da orada işte. Nostalji dediğimiz şey hiç bu denli güzel olmamıştı o ana dek. Tam "Yeter artık Kojima" dediğimiz anda çalmaya başlayan "The Best Is Yet to Come" ile aptala dönüyoruz ekranın karşısında. O an hiç bitmese istiyoruz... Her şeyi başladığı yerde bitirmek için gelmiştik ne de olsa. Durmak yakışmazdı Snake'ye.
Shadow Moses'e bir kez daha veda edişimiz eskisinden de buruk oluyor. Liquid'i ve Guns of the Patriots'u durdurabilmek için Outer Haven'de buluyoruz kendimizi. Herkes birbirinin gözünün içine bakıyor, tutunulacak tek bir dal kalmış; umut. Snake oyun boyunca sürekli kötüyü giden sağlığına karşın son bir hamle yapıyor. Geldiğimiz nokta itibariyle biliyoruz ki acı çekerken yalnız kalmak zorundayız (bkz. I need to be alone while I suffer). Screaming Mantis ile yaşanan büyük kapışmanın ardından işte o uzun koridordayız. Snake ayakta zor duruyor, beli ve ciğerleri ona ihanet edecek neredeyse. Bu durumda yapılacak en doğru seçim i-pod'dan "The best is yet to come"yi o uzun koridor boyunca size eşlik etmesi için seçmek. Zihniyle bir kez daha hesaplaşıyor Snake yolun sonuna kadar. Koridorun sonuna yaklaştıkça artan gerilimi anlatabilmek mümkün değil. Kendinizi kaybedip "Dayan be aslanım, dayan be Snake!" diye haykırabilirsiniz farkında olmadan. Her şeyin sonunda, Liquid ile hesaplaşabilmek için müthiş bir yerdeyiz. Snake Eater'in sonunda The Boss'u ile çiçekler arasında yapılan büyük kapışmayı bile unutturabilecek cinsten. Bu sahne ile tartışmasız oyun tarihinin en muhteşem, en duygusal ve en unutulmaz finaline imza atıyor Guns of the Patriots.
En nihayetinde isimsiz bir kahramandır Snake. Oyunun bitimiyle birlikte izlemeye başladığımız videolarda da bunu rahatlıkla kavrayabiliriz. Herkes bir şekilde biraradayken, Snake uzaklardadır. Snake Eater'da da benzer bir tema çok güzel yansıtılmıştı. The Boss ile Snake'nin hikayesinden bahsediyorum. Birileri uğruna, savaştığı şeyler için bir şeylerden feragat etmek zorundadır ve bu çoğu zaman can olur. Siz kahraman olarak addedilirken, sizinle aynı doğrultuda ilerlerleyen dostlarınız durum gereği vatan haini ilan edilebilmektedir. Savaşta sonuç vardır, mantık yoktur.

"Son, you've got a way to fall
They'll tell you where to go
but, they won't know"

The Road

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 13:45

0

Franz Kafka kıyamet üzerine şöyle diyor: "Kıyamet Günü'nü böyle adlandırmamızın nedeni ancak bizim zaman kavramımızdandır; aslında o bir tür sıkıyönetim mahkemesidir." Kıyametin kelime anlamına da bakmak gerek tabii. "Kıyam"ın ayağa kalkmak olduğunu, "et"in de bedeni temsil ettiğini söylersek bu iki kelimenin birleşimiyle ortaya çıkan "kıyamet" kelimesi aslında beynimizde ilk çakan anlamından çok çok öte bir yerde. Pek çoğumuzun aklına erdiği gibi felaketi değil, rasyonel bir yaklaşımla bedenin doğum anını da temsil edebilir bu kelime.
Gerçekten de kıyamet kitaplarda yazanın aksine daha derin bir noktada hapsolmuş olabilir mi? Zamanda mesela... İlgimizi çeken hikâyelerden biridir Atlantis. Zamanının ötesinde bir teknolojiye sahip olan, günü gelip sular altında kaldığına inanılan Ege'nin o meşhur kıtası... Ya da miladın çok öncelerinde astroloji ve mimari konusunda bugün bile zor erişilebilmiş bir noktaya bayrağı diken Maya uygarlığı... Peki ya binlerce yıl evvel üst üste konulan tonlarca ağırlıktaki kaya kütlelerinin oluşturduğu piramitler? "Bilmiyorum, ama bir güce inanıyorum" der bazıları. Sözü edilen güç bu mudur? "Her insanın ölümü kendi kıyametidir." Öyledir belki... Belki bildiğimiz her şey yanlıştır. Belki aslında bildiğimiz tek şey gerçekten de hiçbir şey bilmediğimizdir. Sonrasında sadece doğmamışlık hissi vardır, her şey karanlıktır...
Yazılan çizilen, kulaktan kulağa aktarılan o hikayelerde bir gerçeklik payı olabilir mi? Atlantis gerçekten batmış, yıllar sonrasının teknolojisini piramitlerin duvarlarına kazımış Mısır uygarlığı yok olmuş, dünya kendine "reset atmış" olabilir mi? Bir oyun gibi düşünelim. "Level" adı verilen aşamalar yok mudur bilgisayar oyunlarında. En level'a ulaştığınızda karakteriniz de mutasyonunu tamamlamıştır. Gidebileceği başka yer yoktur, daha fazla da koyamaz üzerine. Son görevini tamamlar ve gider. Oyunu tekrar açtığınızda her şeye baştan başlarsınız. Gibi... Ben açıklayamıyorum Piramitleri, Mayalar'ı ve fazlasını... Hollywood da çok kafa yoruyor bu konu üzerine ben gibi. Benden farklı olarak yaptıkları tek şey açıklayabilmek için çaba sarf etmeleri. Sinema yoluyla...
Kıyamet sonrası ile ilgili çok fazla kitap yazdı bilimkurgu edebiyatçıları. Farkında olmadan Hollywood'a senaryo hazırladılar aslında. Büyük film şirketleri ve yönetmenler kendi yaratıcılıkları ve hayalgüçlerinin de yardımıyla izleyiciye alternatif sonlar sundular ve buna devam da ediyorlar. Şöyle bir geçmişe dönmek gerekirse bu konu üzerinden başarıya ulaşan yapımlar arasında Terminator 2: The Judgment Day, 28 Days Later, I Am Legend ve The Book of Eli'ı sayabiliriz. Şimdi bunlara bir de The Road ekleniyor.
The Road kıyamet sonrası dönemi anlatan yapımlar arasında kullandığı yöntem ile çok farklı bir noktada yer ediyor. No Country For Old Men'in yazarı Cormac McCarthy'nin aynı adlı romanından uyarlanan filmde bir baba ile oğulun hayatta kalma mücadelesi sunuluyor. Neyin sebep olduğunu asla öğrenemediğimiz bir yıkım var yeryüzünde. Bunalım günleri gökyüzüne rengini veren gri tonlardan ciğerlere çekilebiliyor. İnsanlar gruplaşmış... İyi taraf ve kötü taraf olmak üzere... Yalnız diyalektiğin kökleri ile yine burada tanışıyoruz. "Kötü taraf" kendine göre iyiyken, "iyi taraf" yine kendine göre kötüdür. Her iki tarafın da hayatta kalma anlayışı zıttır. Bir nevi "Yin Yang" mevzusu... Her şeye sıfırdan başlayan insanlar da cabası.
Yönetmen John Hillcoat pek tanıdığımız bir isim değil. Ancak öyle görünüyor ki artık mütemadiyen işiteceğiz adını. Filmin görüntü yönetmeni ile çıkardıkları uyumlu iş atmosfere yansıyor ve bu film boyunca hissedebileceğiniz en yüksek duyguyu oluşturuyor. Hillcoat'un oyuncu seçimleri ise müthiş. The Lord of the Rings'in yıldızı Viggo Mortensen'e Charlize Theron, Robert Duvall, Guy Pearce ve çocuk oyuncu Kodi Smit-McPhee eşlik ediyor. Özellikle Mortensen'i Aragorn haline benzer bir kılıkta görmek hayranlarını mest edebilir.
The Road'un benzerlerinden farklı bir noktaya konuşlandığını belirtmiştim. Bir kere çok soğuk resmedilen bir kıyamet sonrası senaryo var. Soğuk dediysem, nasıl anlıyorsanız o. Etraf yanıp kül olmuyor. Aksine güneş bir gün olsun yüzünü göstermiyor. Bu soğukluk karakterlere ve filmin atmosferine de yansımış. 110 dakika boyunca bu tip filmlerden beklenen aksiyon dozu yüksek sahne neredeyse hiç yok. Durgun akan bir dereden farksız seyrediyor film, ama en sonunda her akarsu gibi yatağını buluyor. İzleyiciyi bir oyun tahtasının orta yerine atıyor. Geçmişte ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz yok. Tek yapmanız gereken yolu takip etmek. İki rehber var önünüzde... Güvenip güvenmemek elinizde.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 73

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:30

0

"No parent should have to bury their child."
(The Lord of the Rings: The Two Towers - Bernard Hill)

Dinlenmesi Gerekenler (52) - Sultaniyegâh Saz Eseri

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:30

0



ya da



Göksel BAKTAGİR

Pazartesi Notları #105

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:15

1

  • Hafta çabuk geçiyor artık. Askerde olsaydım pazartesi gelmemişti daha.
  • Güne üzücü bir haberle uyandık. Yaşayan birkaç aydınımızdan İlhan Selçuk'u kaybettik ve bir daha eksildik. Bundan çok daha üzücüsü internet ortamında gördüklerim oldu şüphesiz. Neler okumadım ki? "Hakkında verilen ölüm hükmüne iptal davası açamayacağı bir mahkemeye gidiyor." demiş birisi mesela. "Kosmos rahmet eylesin." diyordu başka biri. Hatta daha da ileri gideni, "Şimdi inanıp inanmadığı mahkemede hesap veriyordur." diyeni bile vardı aralarında. Papia'dan çok daha ince olan Vakit'in internet portalı da haberi "İ. Selçuk Öldü" manşetiyle duyurma yolunu seçmiş. Bunlar insan mı peki? İnandıkları şey bu mu peki? Bunu mu emrediyor? İnsanlar neden kendilerini başkalarının ahlak ve din bekçisi olarak görüyor?
  • Geçtiğimiz hafta tam 12 şehit verdi bu ülke. 5 saat boyunca kurşun yağdırılan karakola ordu tek bir helikopter dahi gönderemedi. Nedeni havanın sisli olmasıymış. "İçinde bulununca daha iyi anlıyor" insan diyorlardı. Gerçekten öyle. Görmem gerekenleri görmem için 5 ay gibi kısa bir süre yetti aslında. Türk ordusu o kadar gereksiz paralar harcıyor, satır aralarında o denli kıymetsiz iş yapıyor ki esas görevlerine odaklanmaya vakit bulamıyor. Kimse bana 15 günlük askerin hudutta ne iş yaptığını anlatamaz. Anlamayacağım.
  • Şehitlerden birinin babası "Vatan sağolsun demeyeceğim!" diye yakarıyordu. Hakkı değil mi sizce de? Vatan kendimi bildim bileli sağoluyor zaten. Bir defa olsun bu vatan evlatları için "Sağolsunlar" dedi mi ki?
  • Peki Filistin'deki din kardeşleri ölürken ortalığı yakıp yıkan başbakan şimdi nerede?
  • Ülkemizde süper bir habercilik anlayışı var. Bir şehit ailesinin evinden canlı yayın yapan Star Haber muhabiri şehit annesine; "Merak ediyoruz, oğlunuz en çok hangi yemeği severdi?" sorusunu yöneltti. Asar mısınız, keser misiniz?
  • Ömer Üründül faciası Burger King Türkiye'nin başındaki adammış. Adam çok zengin diyorlardı da inanmıyordum. Vay başımıza gelenler.
  • Adam futbol yorumculuğunu gayet hobi olarak yapıyormuş. Yapma arkadaş! Git, Hıncal Uluç gibi topla evinin salonuna arkadaşlarını keyif çat yahu. Bizim keyfimize ne karışıyorsun?
  • Galatasaraylı Elano'da iki maçta 2 gol ve 1 asist ile oynadı. Atabildiği kadar atsın artık, ne kadar yüksek fiyata giderse o kadar iyi.
  • Bir zamanlar Emre Altuğ'un seslendirdiği "Yani" Fırat Tanış'ınmış. Emre Altuğ'un öyle bir şarkı yapabileceğine inanmıyordum zaten de Fırat Tanış'ta da ne cevher varmış arkadaş!
  • Bugün Konyaaltı Plajı'nı ellerinde jumbo boy çöp poşetleriyle dolaşıp, halkın pisliğini toplayan turistler gördüm ve utandım. Kendi pisliğinden rahatsız olmayan bir milletiz işte.
  • Çıkıp da "İnternet sansürünü kaldıracağız" gibi bir vaatte bulunan siyasi partiye oy verecek yığınla adam tanıyorum.
  • D-Smart reklam jingle'ında Dünya Kupası'na gidemeyişimiz için "Ama olsun, olsun, olsun" deniliyor. Hep "olsun" dediğimiz için oluyor zaten.
  • Dünya Kupası maçlarına Coca-Cola'nın verdiği vuvuzela ile eşlik ediyorum. Çok zevkli oluyor :)
  • TRT kandil gecesi sürekli namaz kılmamızı tembihledi. TRT'ye de bakın siz! Gece boyunca bir camiide canlı yayındaydılar... Hiçbir Hristiyan bayramında kiliseye canlı bağlandıklarını görmedim, devletin kanalının...
  • Geç oldu, kepenkleri kapatalım artık.

Nazar

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:15

0

Çok hevesliydik. Dünya Kupası dediğimiz heyecan 4 yılda bir yaşanıyordu sonuçta. Maçların beklenenden sönük geçmesi değil konum. Öyle olsaydı bugünü beklemezdim. Fotoğrafa bakıp yazımın özetini görebilirsiniz aslında.
Geçtiğimiz sezonun başından bu yana Galatasaraylılar olarak dokuz doğuruyoruz. Kewell'in sözleşmesi bitti ve takımda kalıp kalmayacağı - yönetime göre - Dünya Kupası'ndaki performansına göre netlik kazanacaktı. Taraftarın onu takımda görmek istiyor olması bile umrunda değildi birilerinin. Bir kulübün her şeyi olan taraftarın kulüpte neden söz hakkı olacaktı ki? Değil mi ama?
Kewell, Avustralya'nın Almanya ile yaptığı ilk maçı kaçırmıştı. Fakat bugün Gana karşısında maça ilk 11'de başladı. Aylardır süren Kewell özlemimiz giderilecekti bir nebze. Heyhat, ne biz görebildik onu ne de yönetim. Biz görmesek de olurdu gerçi, biz şart gözetmiyorduk en azından. Neyse... Karşılaşmanın 24'üncü dakikasında kırmızı kartla oyun dışında kaldı Kewell. Avustralya'nın kupada grupların ötesine geçmesi neredeyse imkansız olduğu için Kewell oynadığı 24 dakika ile kaldı. Bu saatten sonra Kewell'in takımdaki geleceği üzerine endişem söz konusu... Birilerinin ekmeğine yağ sürüldü ne yazık ki!
Aylardır Kewell'i ağzından düşürmeyen Galatasaray taraftarının nazarı olabilir mi bu? Üzgünüm be blog, çok üzgünüm!

Yeşilçam'ın Dönüşümü

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 10:30

2

Yeni bir hüviyet arayışı içinde olan Türk sineması, geçmişin gölgesinden sıyrılarak yeni isimler, eserler ve mekânlar yaratma çabası içerisinde. Melodramın ağır bastığı Yeşilçam günlerinden koparak, politik kaygılar arasında boğulmadan yüzeye çıkmayı başaran ve farklı türlerin cesurca denendiği günümüz Türk sinemasına doğru değişimin izlerini takip edeceğiz.

Yeşilçam… Türkiye’nin dumanını kaybetmeye yüz tutmuş bacasız endüstrisi… Yine de bu toprakların görüp görebileceği en güzel düş… Türk sinema seyircisinin tüm sahiplenmelerine rağmen yapraklarının yavaş yavaş solmaya başlaması ile aynı zamanda dökülen bir ağaçtır Yeşilçam.
“Vizörden ilk kez baktığım zaman gördüğüm şey tam bir şenlikti ve o şenlik hiç bitmedi” diyor sinemamızın tohumlarını avuçlarında yeşerten, ustaların ustası Ömer Lütfi Akad. Yılların ardından dahi teknikleri denenmekten bıkılmayacak Kanun Namına, Vurun Kahpeye, Vesikalı Yârim gibi melodram kokan eserlerinin yanında, Görünmeyen Adam İstanbul’da filmiyle de sinemamızda fantastik edebiyatın duvarlarını yıkmıştır.
Ömer Lütfi Akad ile aynı dönemi paylaşan isimlerden biri de tabii ki Metin Erksan’dır. Susuz Yaz ile uluslar arası platformda bir yarışmada birincilik ödülü kazanan ilk Türk yönetmen olan Metin Erksan için sinema, geniş kitleleri eğlendirme amacı güden bir araç olmasından ziyade bir sanat koluydu. Erksan’ın tarzı sinemanın para karşılığı eğlence sunan bir araç olarak algılandığı yıllarda, ki bu kendi dönemine de tekabül eder, Türk izleyicisi için bir hayli garipsenecek türdendi. Sinema salonlarını dolduran kitlelerin sürrealizmden izler taşıyan sahneleri beğeni duyguları ile yorumlamaları dönem izleyicisinden beklenecek en son şeydi.
1970’li yıllar Türk sineması için bir patlama evresiydi. Yine de bunun niteliksel değil ama niceliksel olarak mümkün olduğunu söylemek gerek. Sadece 1975 senesinde çekilen toplam 226 adet film anlatmak istediğimizi fazla söze mahal bırakmadan açıklıyor. Bugün Yeşilçam adını verdiğimiz dönem kapsamında Yılmaz Güney’in adını çamın tepesine kondurmadan olmaz. Yılmaz Güney, Yol filmiyle elde ettiği Altın Palmiye sayesinde Türkiye’nin yetiştirdiği uluslar arası platformda kabul gören en önemli yönetmen olur. Gariptir ki yurtdışında saygı gören Güney, kendi ülkesinde yasaklıdır. Yılmaz Güney’in Atıf Yılmaz ile beraber sinemayı insanların sorunlarını yansıtan bir araç olarak kullanmaya başladıklarını biliyoruz. İki ustanın da bu topraklarda sinemanın bu yönünü kullanma cesareti gösteren ilk isimler olduğunu belirtelim. Ülkede o döneme değin melodramlar, komediler, bir hayli başarısız fantezi denemeleri ve tiyatro uyarlamaları beyaz perdeye aktarılırken; özellikle Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’ın başını çektiği bir grup yönetmen ise eserlerinde memleket hikâyelerine yer vermeyi tercih ettiler. 1961 yılında komünist damgası yiyerek girdiği cezaevinde 18 aylık cezasını tamamladıktan sonra kendi film şirketini kuran Türk sinemasının Çirkin Kral’ı birkaç sene içinde çektiği Umut ve Ağıt filmleri ile Türk toplumunun sorunlarına ayna tutar. 1961 yılındaki mahkûmiyeti ilktir fakat son değildir. 70’li yılların ortalarında çektiği birçok filmi demir parmaklıklar ardında yönetmek durumunda kalan Güney’in eserlerini tamamlama görevi ise Şerif Gönen ve Zeki Ökten’e kalır. Mahkûmiyetine firar ederek son veren Çirkin Kral, sığındığı Fransa’da pek çok film çekti. 1983’de Fransa hükümetinin de yardımıyla son filmi Duvar’ı tamamladı. Bu sırada ülkesi Türkiye’de eserleri yasaklanmakla kalmadı, aynı zamanda yakıldı. Ölümünden sonra adeta Nazım Hikmet ile aynı kaderi yaşayarak Türkiye’de kahraman ilân edildi. Hiç kuşku yok ki bunda uluslar arası arenada kazanmış olduğu başarıların rolü büyüktür.
Yeşilçam’ın isim babasına selam ediyoruz şimdi. Sözünü ettiğimiz, sinemanın sansürden geçilmediği dönemde devletin kendisine armağan ettiği Devlet Sanatçısı ödülünü “Devlet ödül dağıtacağına önce sanatın önündeki engelleri kaldırsın” restiyle görmeyi reddeden Atıf Yılmaz’dan başkası değil. Sinema üzerine üretme çabasını 2006 yılındaki ölümüne dek sürdüren Atıf Yılmaz, sinemamızın demirbaş eserlerinin pek çoğunun altında imzası bulunan ismidir. En sevilen Yeşilçam klasikleri arasında mutlaka birçok filmi bulunur usta yönetmenin. Yaşamı boyunca Türk sinemasının her döneminde eser verdiği için belli bir türe yatkınlığı olduğunu da söyleyemeyiz. Fakat komedi, dram, fantezi ayrımı yapmadan çektiği pek çok filmi ile sinemamızın mihenk taşlarından birkaçını yaratmıştır. Bunların başında Keşanlı Ali Destanı (1964), Yarın Bizimdir (1964), Taçsız Kral (1965), Köroğlu (1968), Cemo (1972), Salako (1974), Hasip ile Nasip (1976), İbo ile Güllüşah (1977), Aaah Belinda (1986) gelmektedir. 1978 senesinde çektiği Selvi Boylum Al Yazmalım ise kuşkusuz yönetmenin zirve noktasıdır. Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın başrollerini paylaştığı film bugün bile ilk günkü etkisinden en ufak bir şey kaybetmemiştir.
Yeşilçam bir yandan kendi kimliğini arayış içerisindeyken diğer yandan çok daha iyi bildiği işi yapıyordu. Özellikle 70’li yılların ikinci yarısından itibaren karşı konulamaz bir hızla komedi ve avantür yönü ağır basan filmler çekilmeye başlandı. Bu türlerin en beğenilen eserleri Ertem Eğilmez, Kartal Tibet, Zeki Ökten, Yavuz Turgul, Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın ellerinden çıkarken; sinemamızın içinde bulunduğu bu yeni dönemin yıldızlaşan oyuncuları arasında ise Şener Şen, Kemal Sunal, Tarık Akan, Münir Özkul, Adile Naşit, Gülşen Bubikoğlu, Halit Akçatepe, Cüneyt Arkın ve Ayşen Gruda gibi bugün dahi mumla aranan isimler yer alıyordu.
Türk sinemasında güldürü ve avantürün önemi bir hayli yüksekti. Özellikle komedi ağırlıklı eserlerde çizilen klasik Türk insanı portresinde izleyici kendinden bir şeyler yakalama hususunda herhangi bir sıkıntı çekmiyordu. Bunun en güzel örneklerini Atıf Yılmaz’ın parlattığı Kemal Sunal’ın filmlerinde görmek mümkündür. Sunal’ın pek çok filminde canlandırdığı Şaban tiplemesi her ne kadar Chaplin’in Şarlo’suna bir atıf da olsa dönemin tipik insanını olması gerektiği gibi, abartısız yansıtmıştır. Kemal Sunal’ın büründüğü roller ağırlıklı olarak saf, iyi niyetli, yoksul ve dürüst karakterlerdir. Fakat bu karakterler çekilen tüm zorluklara rağmen er ya da geç ödülünü alır. Günümüz Türk sinemasının birer ürünü olan komedi filmlerinin tek bir kez sinema salonlarında izlenip unutulmasının yanında Kemal Sunal filmlerinin nesilden nesle aktarılmasının altında yatan en büyük etken de budur.
Özellikle Ertem Eğilmez imzalı pek çok film bugün ilk günkü heyecan ile izlenebilmektedir. 1978 yapımı Neşeli Günler’de bir Türk ailesi portresi üzerinden genele ulaşır Eğilmez. Münir Özkul, Adile Naşit ve Şener Şen’in yıldızlaştığı film birbirlerinden kopuk aile bireylerinin tüm zorlukların üstesinden ancak bir aradayken gelebilecekleri üzerine bir melodramdır. Bu noktada Şener Şen’e de ayrı bir parantez açmak gerekiyor. En üretken zamanı 1970-1985 yılları arası olan aktörün her türlü role zorluk çekmeden bürünebilmesi tüm performanslarını unutulmaz kılıyor kuşkusuz. Türk güldürüsünün mihenk taşı Hababam Sınıfı’nda havalı beden eğitimi öğretmeni Badi Ekrem ile göz pınarlarını güldürmekten kurutabiliyorken, feodal düzeni hicveden Züğürt Ağa’da izleyenin yüzüne acı bir tebessüm kondurabiliyordu. Şener Şen’in unutulmaz performanslara imza atmasına yardımcı olan senarist ve yönetmen Yavuz Turgul’un hakkını da vermeden geçmek olmaz. Özellikle Şener Şen’in son dönem filmlerinin pek çoğunda Yavuz Turgul’un izlerini görmek mümkün. Züğürt Ağa, Gönül Yarası, Eşkıya, Muhsin Bey ve Çiçek Abbas’ın elde ettiği başarılar, Şen’in müthiş performansı kadar Yavuz Turgul’un senaryo yazma ve yönetme konusundaki yeteneğiyle de desteklidir. İkilinin beraber çalıştığı filmlerin tamamının başarıya ulaşması ise bu söylenenleri doğrular niteliktedir.
Yeşilçam’ın bir dönem gişeye ve gözlere hitap etmesinin en büyük sebeplerinden biri de avantürdür. Avantürü kelime anlamının dışında kısaca bugün dönüp baktığımızda bizi güldüren, bol bol hata aratan, halk kahramanlarıyla dolu fantastik macera filmleri olarak açıklayabiliriz. Özellikle 1960’lı yılların son dönemlerinden itibaren, ABD’de bir dönem fırtınalar yaratan çizgi romanların yerli uyarlamaları arka arkaya sinema salonlarını doldurmaya başlar. Yılmaz Atadeniz, Natuk Baytan, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın öncülüğünü yaptığı bu türün ekmeği uzunca bir müddet yenilir. Siyah-beyaz aşk ve entrika rüzgârları arasında adeta başı dönen Türk sinema izleyicisi aksiyonun bol olduğu rengârenk ve fantastik bir dünyaya çekilmekten bir hayli hoşnuttu. Öyle ki dönemin aktör ve aktrisleri setten sete koşup bazen ayda üç-dört filmi tamamlama başarısı gösteriyorlardı. Günümüzde çekilen pek çok taşlama odaklı filme de konu olan Maskeli Beşler, Dünyayı Kurtaran Adam, Kara Murat ve Tarkan gibi yapımlar kendi dönemlerinde izleyicide derin izler bırakabiliyor, yeni doğan çocuklara bu fantastik kahramanların adları layık görülebiliyordu. Cüneyt Arkın, Kartal Tibet ve Yılmaz Köksal gibi ustaların bolca sahne aldığı avantürün sürekli “vurun abalıya” edebiyatına maruz kalması türün makus talihi midir, bilinmez, fakat kesin olan bir şey var ki o da yoksul bir ülkede kısıtlı imkânlarla başyapıtlar çıkarılamayacağı gerçeğidir. Dönemin sinema emektarlarının gecelerini gündüzlerine katarak ortaya çıkardıkları ve bugün dahi izlenebilirliklerinden pek bir şey kaybetmemiş eserler, 2000’li yıllarda gişe rekorları kıran, elde ki imkânlar ile verilebilecek pek çok şey varken hiçbir şey sunmayan eserlerin yanında taç ile onurlandırılmayı fazlasıyla hak ediyor aslında.
Biraz da aşkı anlatmanın sahilde sevgiliye doğru koşmak ya da ağaçlar arasında saklanmak, öpüşmelerin dudakları birbirine bastırırken başı da sağa sola oynatmak olduğu abartılı ve yapay oyunculukların sergilendiği Yeşilçam’ın bugün geldiği nokta üzerine konuşmak gerek. Yeşilçam bir geçiş dönemi miydi? Türk sinemasının bugünkü halini ele alarak Yeşilçam’ın hâlâ ayakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Başta söylediğimizi yineleyelim; günümüz Türk sinemasını Yeşilçam olarak adlandırmak bir hayli yanlış. Bir şeyler kopuk sanki. Bir bütünlük görmek çok zor. Yeşilçam’ın en büyük özelliği ruhuydu. Tekdüzelikten sıyrılabilmek konusunda pek fazla çaba sarf etmiyordu belki ama böyle mutluydu aslında. Üreten de tüketen de bir paylaşım içindeydi. Çünkü Yeşilçam’da “sevgi emekti”.
Sonbahar sinema mevsimidir bu ülkede. Geride bıraktığımız ekim ayı içerisinde 46’ncı Antalya Altın Portakal Film Festivali ve yedincisi düzenlenen Filmekimi ile sinemaseverler kısıtlı bir süreç boyunca yedinci sanata doydular. Özellikle bu iki festivalden yola çıkarak Türkiye’deki sinema anlayışının hızla değiştiği sonucuna varmak mümkün. Bir kere eskiden olduğu gibi tek bir yol üzerinde hareket etmiyor sinemamız. Farklı yönetmenler farklı yollarda ilerliyorlar ve gişe kaygısı güdülmediği sürece rekabet farklı bir boyuta taşınınca ortaya da ciddi güzellikte seyirlikler çıkıyor. Semih Kaplanoğlu, Çağan Irmak ve Zeki Demirkubuz yeni dönem Türk sineması ele alındığında ön plana çıkan yönetmenlerden sadece üçü ve her birinin sinema yardımıyla aktarmak istediği şey farklı. Bir başka önemli isim ise Nuri Bilge Ceylan. 1997 yılında kayda aldığı ilk uzun metraj çalışması Kasaba’dan bu yana kaliteli işlere imza atan yönetmeni pek çoğumuz 2008 yılında en iyi yönetmen kategorisinde elde ettiği Altın Palmiye sayesinde tanıdık. Oysa Ceylan 2002 yılında çektiği Uzak ile de Cannes’dan ödülle dönmeyi başarmıştı. Türk sineması farklı bir boyuta doğru bir kimlik arayışı içerisine girerken başarı kıstasının da adı yeniden koyuluyor. Kimi geçmişten gelen alışkanlığın bir yansıması olarak yatırımını gişede elde edeceği miktara göre yaparken, kimi de sponsor yardımı olmadan ve düşük bütçeler ile sinemanın sanatsal yönüne hükmedecek eserler sunuyor. Başlangıçta hedeflenen kitleye ulaşıldığı takdirde de yapılan iş başarılı sayılabiliyor.
Türkiye değişiyor… Bunu artık dokunduğumuz suda dahi hissedebilecek durumdayız. Bir ülkenin içinde bulunduğu koşullara ülkenin sanatı da ayak uyduruyor şüphesiz. 1980 sonrası yapılan toplumsal mesaj kaygılı filmler emekçilerinin tutsak edilmesine yol açarken, 2009 Türkiye’sinde birileri çıkıp tek kelime Türkçenin bilinmediği bir Güneydoğu Anadolu köyüne Ege’den çıkıp giden bir öğretmenin yaşadığı zorluklar üzerine film yapabiliyor. Öyle ki, 1980’li yıllarda ayıplanan sinema emekçileri vatan haini ilân edilip sınır dışı edilirken, bugün aynı çizgide çalışan yönetmen ve senaristler el üstünde tutulup, ödüle boğulabiliyor. Üzerine giyecek doğru elbiseyi yıllardır bulamayan bir ülkenin sanatı kendi kimliğini bulamamış, dert mi yani!

(Bu yazı RoadLife dergisinin Aralık 2009 sayısında yayınlanmıştır.)

Pazartesi Notları #104

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:30

2

  • Kültür Sepeti yenilendi! Aslına bakarsanız yenilenmek başka bir şey tabii. Adres değişti. Neredeyse 3 senelik ilk sayı görevi Kültür Sepeti 2'ye devretti. Benim içime sindi açıkçası ama yorumlar da önemli tabii. Tepede uzaklara dalmış bir Muzaffer Özdemir görmeyeceksiniz artık. Karakterlerimiz, sponsorlarımız bambaşka artık. Olumlu ya da olumsuz düşünce belirtenlerin kalbimde yeri ayrı olacak :)
  • Dünya Kupası da başladı tabii. Neticede 4 senede bir geliyor. Bir sonrakini görürüz ya da göremeyiz, belli değil. Biraları açmak, kajuları kıtırdatmak, keyfini çıkartmak lazım. Daha önce de belirtmiştim; Messi'den tarafım! Arjantin kazanırsa Maradona gibi Buenos Aires sokaklarında anadan üryan dolaşacağımı iddia etmiyorum ama bizim de kendimize göre planlarımız var tabii. Arjantin olmazsa da Avustralya kazansın, onlar da alamazsa Fildişi Sahilleri olsun, ne bileyim ben...
  • Devlet televizyonu TRT'nin HD yayın için dijital platform seçmesi de ayrı bir saçmalık tabii.
  • TRT demişken... Safını ve zihniyetini her geçen gün daha da açıkça ortaya koyuyor maalesef. Son imza attıkları durum işin vahametini kavramaya yeter. Tuğrul Tülek... TRT Çocuk'da program sunmaktaydı kendisi. Geçmiş zaman kullanmamızın sebebi aniden işine son verilmesi tabii ki. Tülek bir dizide canlandırdığı eşcinsel karakter yüzünden işine son verildiğini, üstelik bu durumun kendisine yayına çıkmasına bir saat kalmışken bildirildiğini belirtti. "Darwin'i Bitiren Balık"ı henüz unutamamıştık oysa ki!
  • Panini'nin Dünya Kupası çıkartma albümünü de itinayla tamamlamaya çalışıyorum. 96 İngiltere'den bu yana düzenli olarak yapıyorum bu işi. O vakitler çocuktuk ve Coca-Cola aldıkça bir çıkartma paketi veriyorlardı. Şimdi daha acımasızlar elbette. Bulunması gereken altı yüz küsur çıkartma var ve içinde sadece 5 adet çıkartma bulunan paketlerin fiyatı 1 TL. Tabii ki her paketten farklı bir çıkartma yakalama şansınız yok. Büyük ihtimalle yine yarım kalacak, ama yaşattığı haz baki olacak.
  • Recep Bey, Filistin'de yaşananlara sessiz kalmaları halinde Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim'in kemiklerinin sızlayacağını iddia etmiş. 2002'den bu yana Anıtkabir'de de kemikler sızlıyor ama duyan yok, ne haber!
  • Trier'in Antichrist'i - ki kendisi bu topraklarda Deccal olarak çağrılıyor - Türkiye'de tam bir sene geç vizyona girmesine karşın gidip görülmesi gerekenlerin başında geliyor. Şu mevsimde başka film bulmak da zor açıkçası.
  • Aslında sıkı durun, 2 Temmuzda Son Hava Bükücü geliyor.
  • Vuvuzelaya ne diyorsunuz? Bence vuvuzelayı her gün 32590 defa eleştirmezse rahat edemeyenlerin sesinden daha hoş geliyor kulağa. Yetti artık ama!
  • Twitter'da "Starbucks'da CaffeLatte sefası sürüyorum" tweet'i görürsem fena şeyler olacak sanki. Öyle hissediyorum.
  • Boğulun lan artık o Latte'nin içinde!
  • DNS ve Proxy ayarları bir mucize olsa da fayda etmese artık... Yoksa kimse şu sansür lanetine karşı başkaldırmayacak!
  • Karşında 1000ali olduktan sonra sesini de yırtsan boş aslında.
  • Zeus'u öldürmek çok zor zannederdin, kolaymış be Kratos.
  • Erzurum'da Maşallah isimli bir amca tanıdım ben.
  • Daha garipleri de vardı ama kendimi zorlayarak unuttum. Artık mesudum.
  • Şu evrende Kur'an-ı Kerim'in ekmeğini en çok yiyen adam Ömer Çelakıl'dır herhalde.
  • Si ya!

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 72

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:45

1

"Birini öldürmek çok zor zannederdim. Kolaymış be eşkiya!"
(Eşkiya - Uğur YÜCEL)

Neredeyse 50!

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:45

1

47'yi doldurdu bugün. Yaşlanmasa şu adam...

Mae Govannen!

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 11:15

2

22 Ağustos 2007'den bu yana yayında Kültür Sepeti. İnişleri ve çıkışları ile birlikte elbette. Kendim çalıp, kendim oynamaktan ötesini verdi bana. Bu anlamda önemini yadsıyamam. Ancak yeni bir soluk lazımdı sanki. Derin ve en ferahından bir tane... Neredeyse 3 senelik arşiv olduğu yerde nostalji yapmak isteyenleri misafir etmek için durmaya devam edecek. Fakat o kadar... Kültür Sepeti yeni girdi almayacak artık. Ancak burası onun için var. Burası neresi mi? Burası; Kültür Sepeti 2! İlk sayının yaprakları yıpranmıştı sanki, dağıtmaya gerek yok. Hepsi ve daha fazlası ile artık buradayım. Siz de olun! Tadı çıkmaz yoksa...