Kitaplar Hakkında

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:15

0

"Kitapçıların ve çiçekçilerin bazı özellikleri olmalıdır Olric. Gelişigüzel insanlar bu mesleklerin içine girmemeli. Kitaplar ve çiçekler özel bir itina isteyen varlıklardır. Ne yazık, bu meslekler de artık olur olmaz kimselerin elinde, sattıklarıyla ilgileri olmayan kişilerin. Durmadan kitaplara ve çiçeklere eziyet ederler, onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Bana kalırsa, bir 'kitapları koruma derneği' kurmalı ve kitaplara kötü muamele edilmesini önlemeli. Herkes bu işi yapamaz. Bazı zalim insanlar, binbir itinayla hazırlanan o çiçek gibi kitapları alırlar, hiçbir koruyucu tabakaya sarmadan, evet olduğu gibi, üst üste koyarlar; sonra kalın ve çirkin bir iple bağlarlar. Zavallı kitapların, özellikle en üstte ve en altta kalanları, bu işlem sırasında kurban edilirler: kapaklarının üstünde haç biçimi yaralar meydana gelir. Kaba taşıyıcılar da onları oradan oraya fırlatırlar. Lekeler ve buruşukluklar kitapları incitir. Kapaklar, dizgiler, baskılar için gösterilen bunca itinaya yazık olmaz mı? Satıcılar da gelişigüzel dizerler onları: isimlerini bile öğrenmeden. Onlar için en iyi kitap, en çok satılan kitaptır. Müşterinin ne biçim bir insan olduğuna bakmadan, yalnız en çok satılan kitapları överler onlara. Bu adamları bir imtihandan geçirerek yeterlik belgesi verilmeli Olric. Herkes kitap satamamalı. Cahil kitapçıların, iyi okuyucuları rahatsız etmelerine izin verilmemeli artık. İyi okuyucuyu az bulunan, ürkek bir kuş gibidir. Kapıdan girer girmez kaçırmamalı onları."

(Tutunamayanlar - S.576)


"Bir kitap çekti sayfalarını karıştırdı: iri harflerle basılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılıyor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Okumayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri tercih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları satırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harfleri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğullarına: 'Oku da adam ol!' diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric."

(Tutunamayanlar - S.577)

Pazartesi Notları #110

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:00

0

  • Geçtiğimiz günlerde basında sansürün kaldırılışının 102'nci yılını kutladı Türkiye. Ancak onun da yolunu buldu ülkemiz. Sansürü düşündüğünü yazanları kovarak ve hatta katlederek uyguluyor Türkiye. Masal anlatmayalım kimseye, olur mu?
  • Gün geçmiyor ki başbakan bir talihsiz açıklama daha yapmasın. Bu haftanın açıklaması iş hayatına yönelikti. "İş yok diye bir şey yok, kimse iş beğenmiyor" buyurdular kendileri. Şimdi okumuş etmişsiniz, görev alacağınız mevkiide de yeteri kadar donanımlı olduğunuza olan inancınız tam; şayet şöyle bir şey de var: Bu ülkede asgari ücret açlık sınırının altında seyrediyor, insanlar günün yarısından fazlasını çalışarak ve dahi hafta sonları fazla mesai yaparak geçiriyor... En ucuz ev kirasının 600 liradan başladığını, buna ek yük olarak elektrik, su, ısınma yakıtı, bilmemnesi olduğunu da unutmamak gerek. İnsanlar yarı zamanlı olarak birden fazla işte çalışıyorlar... Bir köle gibi... Yukarıdaki masrafları karşılayabilmek için hem de... Sonra bir de çıkıp "3-4 çocuk yapın" diyorsun. Ucuz işgügücü lazım sana...
  • Bu arada, duymuşsunuzdur, AKP geçtiğimiz hafta internet sitesinde bir referandum anketi yayınladı. Anket sonuçları açık ara "HAYIR" cevabını işaret ediyordu ki, söz konusu anket aniden yayından kaldırıldı. Sonradan yapılan açıklamada anketin korsan saldırısına uğradığı ve bu yüzden yayından kaldırıldığı gibi bir gerekçe sunuldu. Varsayalım ki doğru, cevaplar diğer seçeneği işaret etseydi, yine aynı özveriyi gösterirler miydi?
  • Angelina Jolie'nin her gün hamamböceği yediğini biliyor muydunuz? Ve Brad Pitt her gün o dudakları öpebiliyor. Dişlerini fırçalıyordur herhalde, değil mi? Basbayağı hayallerim yıkıldı yahu...
  • Suretim dalga sesleri olmalı benim... Her gün dünyanın en eski şarkısını söyleyebiliyorum bu sayede...
  • Bunu yazdım ayın 22'sinde...
  • Başbakanın yolundan gitmeye karar verdim. Tavsiyesini dinlemeye başladım anlayacağınız. "Rakı içeceğinize üzüm yiyin" dedi ya hani Marie Antoinette hesabı, eve bir adet kaktüs aldım, her gün tekila niyetine yalayacağım.
  • "Çocuklar inanın, inanın çocuklar
    Güzel günler göreceğiz, güneşli günler
    Motorları maviliklere süreceğiz
    Güzel günler göreceğiz, güneşli günler"
    Ah be, Edip abim, inanabilsem keşke...
  • Bir zamanlar uğruna gözlerimizi kaybettiğimiz Cine 5, şimdi bedava izleyici bulsa öpüp başına koyacak. Küfür gibi şerefsizim.
  • Fazıl Say'a değinmeyeceğim de, Orhan baba bi' karar verse artık... "Batsın Bu Dünya" mı, "Yaşamak Ne Güzel" mi? Ağlayacağım ama bak...
  • 12 Eylül'de, 12 Eylül 1980'in acılarından ekmek çıkarmaya çalışanlara gereken cevabı verebilecek miyiz?
  • Artık siz soruyorsunuz, ben cevaplıyorum: http://www.formspring.me/ultranil07
  • O değil de, dünya gözüyle göremeyeceğiz herhalde Fenerbahçe'yi yendiğimizi...
  • Olsun! 2-2 mi olmuş sanki!

Creativity (32)

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0

Dexter - 5.Sezon

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:15

0


Dexter Season 5 Trailer (Comic Con)
Yükleyen HatakTRAILERS. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

Dexter'in 5.sezonuna ait ilk trailer bugün yayınlandı. 26 Eylül'de başlayacak yeni sezon için 13 Temmuzda Ekşi Sözlük'de şöyle bir teoride bulunmuştum:

--- spoiler ---

Rita'nın ölmesi ile Dexter'in omzundaki yük - üç çocuğu da buna dahil edersek - hiç olmadığı kadar ağır olacak. Tabii bu diğer hususların yanında devede kulak... Sondan bir önceki bölümü hatırlarsak, Dexter ile Arthur Mitchell polis merkezinde karşı karşıya gelmişti ve bu ana Batista şahit olmuştu. Son bölümde ise Arthur Mitchell'in kim olduğu artık tüm departman tarafından bilinen bir gerçekti. 5.sezonda Batista sağlı sollu ataklarla Dexter'in üzerine yüklenmek isteyecektir.

Yine ve belki de daha önemlisi, Rita'nın komşusuyla öpüşmesi ve masuka'nın buna şahit olması olayı var. 5.sezonda Rita'nın öldürülmüş olması Masuka'nın kafasında bir soru işareti yanmasına vesile olabilir.

Bununla birlikte Debra Morgan'ın sinir bozucu merakı ve peşine düştüğü işi yarım bırakmama saplantısı da Dexter'in geçmişine giden yolu aydınlatabilir ve tüm bunlar dizinin büyük finaline giden yolu oluşturabilir.

--- spoiler ---


Fragmana bakınca sanırım bu öngörümde yanılmayacağım. Dexter 4.sezonun da üstüne koyacak gibi görünüyor.

Yâr Bana Bir Sağanak...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:30

0

En Başarılı 20 Son

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:15

2

Söz konusu sinema ya da edebiyat olunca hiyerarşik düzen sürekli işgal eder hayatımızı. Biz değil miyiz açılan her sinema muhabbetinde dostlarımızın favori filmlerini öğrenmek için can atan? İş herhangi bir konuda liste yapmaya geldiğinde kişi kendisinden sorumludur pek tabii. Şu meşhur zevkler ve renkler hususu hani… Yine de buluşulan ortak bir payda daima bulunur. Dergimizin bu sayısında sizler için sinema tarihine damgasını vurmuş en iyi 20 film sonunu inceledik. Beğenerek okuyacağınızı düşündüğümüz bu dosya üzerinde son derece seçici davrandığımızı ve mümkün mertebe klişelerden uzak kalmış yapımlarda karar kıldığımızı da ek not olarak belirtelim.
20) Forrest Gump (1994): Dünyaya insana özgü yeteneklerden yoksun gelmek yaşam kavgasına bir adım geride başlamak için bir sebep midir? Her fırsatta bahsi geçen inanç belki de en çok böyle anlarda işe yarar. 1994 yılında Robert Zemeckis’in yönetmenliğinde çekilen ve aynı yıl 6 dalda Oscar kazanan Forrest Gump, uzun olmasına karşın izleyiciyi baştan sona içine çekmeyi başaran bir yapım. Noksanlıkların başarıdan başarıya koşmak için bir engel teşkil etmediğini izleyicinin gözüne yansıtan filmin finalinde, ana karakter Forrest’in aşık olduğu kadının mezarı başında okuduğu mektubun izleyici üzerinde yarattığı etkiyi anlayabilmek için filmi izlemiş olmak gerekiyor.
19) The Shawshank Redemption (1994): IMDb’yi bir kıstas olarak ele alan bünyeler için şimdiye dek yapılan en iyi film olan Esaretin Bedeli, sinema tarihinin en soluk kesici finallerinden birine sahiptir. Tim Robbins ve Morgan Freeman gibi iki üstadı bir araya getiren filmde, işlemediği bir suçtan ötürü ömür boyu hapse mahkûm edilen Andy Dufrense’nin sabreden derviş misali firar etmesinin akabinde Pasifik sahillerinde dostuyla kucaklaşması gerçekten unutulmazdır.
18) Tabutta Rövaşata (1996): Böyle bir listeye bir Türk filmi ekleyecek olursak eğer şüphesiz bu Derviş Zaim imzalı Tabutta Rövaşata olur. Tüketim toplumunun baş döndürdüğü günümüzde köşe başındaki çöp konteynerinin içinde hayatı arayan adamı gözümüze sokabildiği için önemlidir bu film. Yatağı sokaklar, aşı çıkma ekmekler olan bir adamdır Mahsun Süpertitiz ve adım bile atamayacağı tabutun içinde rövaşataya kalkar en nihayetinde.
17) The Straight Story (1999): Bazı anlar vardır, halinize bakmaksızın atarsınız kendinizi yollara. Geride bırakılmış ayrılıklara, küskünlüklere ve hatta yok oluşlara isyanınızdır bu sizin. Velhasıl zaman alabildiğine akar ve on sene on dakikaya eşittir çoğu zaman. Siz ise vaktiyle eksik bıraktığınıza inandığınız şeyleri geç de olsa rayına oturtabilmek için yollardasınızdır. Şarkıda geçtiği gibi, yollar sizin memleketinizdir belki de. 73 yaşındaki Alvin Straight’in öyküsü de budur aslında. Hastadır, yaşlıdır ama 10 senedir haberini alamadığı kardeşini ölmeden görebilmek için yollara atar kendini. İnsanın sıdkını sıyıran bu yapımın altında imzası olan isim ise David Lynch. Usta yönetmenin kariyerinin tersine akan bir film bu…
16) Paris, Texas (1984): Karısı tarafından terk edildikten sonra kendisini yollara vuran, geçmişini ardında bırakan, deyim yerindeyse kendisine bile yabancılaşan bir karakter Travis Henderson ve öyküsünü Wim Wenders anlatıyor. Daha ne olsun ki! Bir dönem erkek hayranlarının duvarlarını posterleri ile süsleyen Nastassja Kinski ile Harry Dean Stanton’un 9 dakikayı bulan ve kesintisiz çekilen finaldeki geçmişleri ile olan hesaplaşmaları izleyenin nutkunu tutturacak cinstendir.
15) The Lady Vanishes (1938): Gerilim filmlerinin usta yönetmeni Alfred Hitchcock’un bu türe getirdiği yeni bir soluktu Kaybolan Kadın. Öyle ki yıllar sonra bile birçok filmde farklı senaryolar üzerinde aynı konseptin izlenmiş olduğunu görmek mümkün. Kaybolan Kadın’da bir tren yolculuğu sırasında aniden kaybolan ihtiyar bir kadının öyküsünü izleriz. Bu öykünün daha garip tarafı kaybolan bayanın farkına koskoca trende sadece tek bir kişinin varıyor olmasıdır. Belki de geriye kalanların işine aksinin geliyor oluşudur garip olan. Hitchcock’un kendisi olmasında büyük paya sahip filmlerin başında gelir The Lady Vanishes. Final boyunca köpürtülen kurgu filmin finalinde patlama yapar adeta.
14) The Great Dictator (1940): Hiç şüphe yok ki sinemanın görüp görebileceği en zeki ve en komik adamdır Charles Chaplin. Yarattığı pek çok eserinde zamanın şartlarını ve olaylarını o müthiş zekâsını kullanarak hicvetmiş ve sinemaya farklı bir boyut kazandırmıştır. Ünlü bir sinema teorisyeni “Onun bıyığını çalarak Hitler ister istemez Şarlo’nun eline düşmüştü” der. Büyük Diktatör’de Chaplin’in dokundurduğu ise Hitler ve onun faşist politikasından başkası değildir. Filmin finalindeki miting sahnesinde Chaplin’in yaklaşık 5 dakika süren monologu alkıştan avuç patlatacak cinstendir.
13) La Vita é Bella (1997): Bir dönem TRT ile bütünleşmiş bir filmdir Hayat Güzeldir. İtalyan sinemasının en büyük isimlerinden Roberto Benigni’nin gerek kamera arkasında gerekse kamera önünde döktürdüğü filmde, ailesiyle birlikte Toplama Kampına gönderilen Guido’nun oğlunu savaşın acımasızlığından uzak tutmak için oynadığı oyun trajikomik bir tutumu yansıtır. Finalde Guido’nun ölüme giderken bile oğlunu mutlu etme çabası burun direklerini sızlatır.
12) The Truman Show (1998): Hayatın monotonluğuna karşı sıra dışı bir başkaldırıydı belki de Truman’ınki. Jim Carrey’in en başarılı performanslarından birini sergilediği yapım ayrıntılarında çok şey barındıran bir “Biri Bizi Gözetliyor” taşlaması. Sürpriz finali ile geride bırakılan on yılın hâlâ en çok konuşulan filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor.
11) The Others (2001): Diğerleri, bu listede göreceğimiz iki Alejandro Amenabar filminden ilki. Gün ışığına çıkamayan iki çocuğu ile birlikte yeni bir eve taşınan Grace’nin tuttuğu hizmetçiler ile yaşadığı garip olayların konu edildiği filmin finalinde, yönetmen izleyiciyi ters köşeye yatırır ve herkes evdeki esrarengiz olayların kaynağına düz bir bakış açısı ile yaklaşırken, asıl olanın başından beri gözümüzün önünde olduğunu gösterir.
10) The Sixth Sense (1999): Artık neredeyse M. Night Shyamalan’ın seyirciyi ters köşeye yatırma konusunda doktora yaptığına inanacağım. Dürüst olmak gerekirse bu işi yapabilmek için önünüzde yığınla zorluk varsa ve siz hepsinin de üstesinden gelebiliyorsanız takdir edilmeyi de hak ediyorsunuz demektir. Ölü olduklarından bihaber ruhlarla iletişim kurabilen bir çocuğun, psikolojik yardım aldığı kişinin de aslında ölü olduğunu düşünsenize. Artı, bunu bir de filmin finalinde öğreniyorsunuz. Derin bir nefes almanın tam sırasıdır bence.
9) Mar Adentro (2004): Boyundan aşağısını kullanamamanın, başı çevirip sadece iki metre ötedeki pencereden denizi seyredememenin ruhta yarattığı tahribatı en iyi yaşayan bilir. Yaşarken ölmek deyimi bu gibi durumlar için dile getirilmiştir sanki. İçimdeki Deniz’de izleyeni yüreğinden yakalayıp yerlere vuran, usta oyuncu Javier Bardem’in insanüstü performansıydı. Yine bir Amenabar filmindeyiz üstelik. Talihsiz bir kaza sonucu yatağa bağımlı yaşamak zorunda kalan bir adamın ötenazi hakkını elde edebilmek için verdiği savaşı konu alıyor Mar Adentro. Finalde amcasını nihai sonuna götüren kamyonetin ardından dakikalarca koşan yeğen için mendiller hazır bulundurulmalıdır.
8) Das Leben der Anderen (2006): Bayrağı Orwell’in 1984’ünün bittiği yerden devralan bir yapım Başkalarının Hayatı. Fakat bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet kontrolü altında kurulan ve sosyalist bir rejimle yönetilen Doğu Almanya’dayız. Stasi özel yaşam olgusunu yerle bir etmiş, Batı Almanya yanlılarını yaftalamayı görev edinmiştir. Hâl böyleyken bir tiyatro yazarının şüpheli hareketlerini takip etmekle görevli bir Stasi ajanının içine düştüğü çelişkiler havuzunda sağ kalma mücadelesi filmin temasıdır. Mutluluğu para ve erke atfeden Hollywoodvari bir sonu reddediyor bu film. En nihayetinde vicdana buram buram sızan huzur gibisi yoktur.
7) Vozvrashcheniye (2003): Hiç şüphesiz Babam ve Oğlum’u bir başyapıt olarak niteleyenleri can evlerinden yakalayacak bir film değil Dönüş. İki çocuğun babaları ile ilk kez karşılaşmalarının ardından geçmişlerine doğru yaptıkları bir yolculuğa atıf da değil bu film. Söz konusu çocukların kendi içlerindeki dönüşüm ile ilgili biraz da. Baba ve oğul kavramını çok farklı bir boyutta ele alan bu Zvyagintsev filminin başarısının yerel kalmaması biraz da bizim duygusal sinema kültürümüzü farkında olmadan taşlar nitelikte. Bu muhteşem sinema şöleninin finalinde çocukların babalarını ebediyen kaybetmeleri onlara ve izleyenlere farklı şeyler düşündürür.
6) The Usual Suspects (1995): 27 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bir patlamadan dolayı beş kişiyle birlikte gözaltına alındığınızı bir düşünsenize. Üstelik olayla uzaktan yakından alakanız yoktur. Olağan Şüpheliler’in içinde bulundukları durum da işte bundan ibaret. Ardınızdan uzanan bir elin saatlerdir uğraştığınız yap-bozu 10 dakika içinde çözdüğünü farz edin. Olağan Şüpheliler’in finalinde maruz kalacağınız duygunun sözlük karşılığı bu olsa gerek.
5) Schindler’s List (1993): İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan pek çok film yapıldı, fakat hiçbiri Schindler’in Listesi’nin yaptığı etkiyi yapmadı kuşkusuz. Gerçek bir olaydan yola çıkan filmde, zengin bir fabrikatör olan Oskar Schindler’in daha fazla Yahudi’nin hayatını kurtarabilecekken kurtarabildikleriyle yetinmesine ettiği isyan görülmeye değerdir. Schindler’in Listesi bir insanın değerinin ne kadar olduğunu öğretir, aynı zamanda altın bir iğnenin de…
4) 12 Angry Men: Önyargıların vuku bulduğu noktada adalet kavramından söz etmek ne derece doğru? Köşe başında dilenen bir kadını sırf önyargılarımız öyle emrediyor diye yargılayabilir miyiz gerçekten? Aynaya baktığımızda kendimizi önyargı süzgecinden büsbütün halde geçirebiliyor muyuz ki? Suçundan emin olmadığınız bir zanlının idam kararı sizin avuçlarınıza bırakıldı. Böyle bir durumda izleyeceğiniz çizgi çok önemlidir, zira elinizde tuttuğunuz şey bir hayattır. Adil yargılama üzerine bir başyapıt bu film. Suçlu kim mi? Belki önyargılarımızdır…
3) Oldboy (2003): Uzak Doğu’dan bir Tarantino esintisi çalınıyor yüzünüze bu filmi izlerken. Sinemanın görüp görebileceği en şok edici intikamı barındıran İhtiyar Delikanlı’da Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park, şimdiye kadar denenmemiş olanı son derece cesur bir biçimde ele alıp izleyiciye sunuyor. Kaçırılıp, 15 yıl boyunca nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde esir tutulan bir adamın intikam arayışını sunan filmin finali bumerang etkisi yapar.
2) Se7en (1995): Se7en’i en çok takdir edecek kişi şayet yaşasaydı Jorge Luis Borges olurdu. Ünlü yazarın öykülerinden çıkmış bir havası var bu filmin ve bunda David Fincher’in kendine has tarzının büyük payı var. Oburluk, açgözlülük, miskinlik, kıskançlık, öfke, kibir ve şehvet… Kurbanlarını bu yedi ölümcül günahın içini dolduracak şekilde seçen bir katil… Biri emekliliğin kıyısında, diğeri kariyerinin başında iki dedektif… Baştan sona sepya bir tonda ilerleyen film, finalindeki zeki ve şaşırtıcı kurgusuyla bir modern zamanlar klasiği.
1) The Godfather: Part III (1990): Eğer ki Coppola’nın Baba’sını tek başına bir mafya filmi olarak nitelendiriyorsanız, muhtemelen yanılıyorsunuz. The Godfather gelişmiş suç örgütlerinin yapısını irdelediği kadar ataerkil bir düzenin aile olgusu içindeki yerini de ütopik bir şekilde ele alması bakımından önemlidir. Serinin son filmini diğer ikisinin önüne çıkaran şey hiç kuşkusuz unutulmaz finalidir. Kaydı başa sardığımızda Michael Corleone’nin tahsilli bir birey olduğunu, geleceğini ailesinin çizgisine tamamen zıt bir şekilde çizmek istediğini görüyoruz. Bu noktada kaderciliğin izlerini de görmek mümkün. Michael Corleone kendini aniden başlangıçta hayalini bile kurmadığı bir yapının içinde buluyor. Babasının ölümünü takiben ailenin yarım kalmış işlerini sahiplenmek ona kalıyor. Corleone ailesinin yükselişi artık onun ellerindedir. Aile ilişkileri ve kapalı grupların değişmezlerini en iyi şekilde anlatan serinin finali de adına yakışır biçimde olur. “Birlikte yaşa, yalnız öl” kuralı belki de hiçbir zaman bu denli anlam yüklü olmamıştır.

(Bu yazı RoadLife dergisinin Kasım 2009 sayısında yayınlanmıştır)

Bir Bilmecem Var Çocuklar - 2.Aşama

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:00

0

Yeniden merhaba!

Nasılsınız? İyisiniz bence. DVD veriyorum, iyi olun bi' zahmet. Now playing: Tanju Okan -Çal Çingene.

Şimdi... Geldik ikinci aşamaya. Adım adım yaklaşıyoruz güzide eğlencemize. Yarışma demekten kaçınıyorum bundan gayrı. Bloomberg'deki Kelime Oyunu'nun yolunu izliyorum. Ödül çam sakızı çoban armağanı olacağı için, maksat yarışmak değil eğlenmek olsun. Evet!

İlk aşamada birbirinden güzel öneriler geldi. Sayı olarak da yeterliydi bana kalırsa. Neticede blogun potansiyeli belli. Araya giren 5 aylık askerlik dönemi ve bu süre içerisinde Kültür Sepeti'nden bu bloga atlayan takipçi sayısının düşüşü...

Önerilerin ardından karar vermek pek güç olmadı. Başlangıçta kafamda yanan ampul tanınmış sinema emekçilerinin küçüklük resimlerine dayalı bir tahmin sistemine işaret ediyordu. Kendi fikrimden çok daha iyisi geldi. Biraz Şöyle Biraz Böyle'nin ilk önerisini takip etmeye karar verdim. Yani... Bir filmden kırpacağım sahneyi Bir Bilmecem Var Çocuklar köşesine aktaracağım ve sizden filmi tahmin etmenizi isteyeceğim. Hepsi bu... değil aslında! Ara ara - bakın, her zaman demiyorum - ek bir soru sorabilirim, tamamen işinizi zorlaştırmak amacıyla. Benim fikrim ek soruya konu olacak. Kesin olan şey ise filmler ve sahnelerin yerinin garanti olması...

İlk aşamada karar verilmesi gereken bir başka husus da kazananın belirlenmesi yöntemiydi. Evet, çekiliş fikri saçmaydı, hem de çok! Ancak sormak zorundaydım, bana saçma gelen size mantıklı gelebilirdi. Yani sizin anlayacağınız, parayı veren değil hızlı olan düdüğü çalacak. İkinci sırada yanıtladıktan sonra doğru cevabı vermiş olmanız benim için pek bir anlam ifade etmeyecek.

İlk sorudan önce karar vermemiz gereken son bir husus var: Film türleri. Hollywood, bağımsızlar, klasikler gibi... Sağ sütunda göreceğiniz ankete oy kullanarak seçiminizi yapabilirsiniz. Her seçeneğe ait filmleri armağan olarak vereceğim. En yüksek oyu alan seçenek ise o seçeneğe ait filmlerin daha fazla dağıtılacağı anlamına gelecek. Bu noktada not düşmem gerek ki "bağımsız sinema" seçeneğine dünya sineması dahildir.

Haydi şimdi karar verin, sonra bir daha görüşelim.

Öptüm bay!

Pazartesi Notları #109

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:45

0


  • Dünün en güzel haberiydi bu. Harry Kewell, "Oz Büyücüsü", 'Kewell from Galatasaray', sarı kırmızı forma altında devam ediyor. Aylardır beklediğimiz haberdi bu ve kanser olduk neredeyse beklemekten. Sözleşmenin 1 senelik olmasını da dert etmiyorum. Ne de olsa Kewell göstereceği performans ile sezon sonunda yine ödüllendirilecek. Daha iyi şartlar altında hem de...
    Ligin bitimiyle sessiz sedasız ayrıldı İstanbul'dan... Yöneticilerin duyarsızlıklarına ve yaşadığı onca sıkıntıya karşın tek kelime etmedi. Aksine ısrarla Galatasaray'ı ve taraftarını ne denli sevdiğini dile getirdi. "Adam gibi adam" tanımlamasından nefret ediyorum ama, biri için kullansam Kewell olur.
    Hagi'den sonra hiçbir yabancı bu denli 'bizden' olmadı. Sıcacık gülüşüyle, yüzü paraya bakan diğer yıldızlara inat profesyonelliğiyle ve Metin Oktayvari "bizi sevenleri üzmeyelim" amatör ruhuyla bizden biri Kewell.
    Tekrar hoşgeldin Daddy Cool...
  • Beni ısıran sivrisinekleri öldüremiyorum. Bir şekilde kanımı taşıyor nihayetinde. Kan kardeşiyiz bir yerde...
  • Kahvehaneler var ya, hani abiler, amcalar ve dahi dedeler oturur içerisinde... Hah işte, içinde bulunan kimse kahve içmiyorken neden adı kahvehane oranın. Çayhane olsa ya...
  • Kibrit kutularının neredeyse tamamının altında Taiwan'da üretildiği belirtiliyor. Kibritini bile ithal eden bir ülkeyiz...
  • Geçtiğimiz cumartesi Aqualand'a gittim. Şöyle eğlenceliydi, böyle şahaneydi demeyeceğim. Adefersiniz ama pisuvarın içine büyük tuvaletini yapan biriyle karşılaştım. Hayır, Türk değildi!
  • Avatar: The Last Airbender bu cuma ülkemizde vizyona giriyor. 3 hafta gecikmeli olarak... Çizgi dizinin içine edilmiş, ilk duyumlar bu yönde...
  • ABD ile eşzamanlı vizyona girmiyor artık bu ülkede filmler. Muhtemelen bir sansür süzgecinden geçiriliyor. Nolan'ın son bombası Inception yeri yerinden oynatırken, biz izleyebilmek için 30 Temmuzu beklemek zorundayız.
  • Türk dizilerine dikkat edin. Karakterlerin hepsinin elindeki telefon I-Phone. Pazarda dağıtıyorlar sanırım.
  • Danette reklamı dönüyor televizyonda. Özkan Uğur açtığı restoranda Danetteleri tabağa boşaltıp boşaltıp müşteriye satıyor. Üstelik bunu tatlının adını saklayarak yapıyor. Danone müşterisine yol gösteriyor ama biz kalkıp da aynısını yapsak nasıl bir yaptırımı olur acaba?
  • Facebook'da gördüm... "Galatasaray sayfasını beğenen pek çok kişi bunu da beğendi" yazıyordu. "Bu" diye nitelenen ise Beşiktaş! Birden fazla takım tutan ne çok insan varmış memlekette.
  • Diyanet de artık internet sitesi kapatabilecek. İlk hedef ateizm ve cinsellik temalı siteler olur herhalde.

Dinlenmesi Gerekenler (53) - Boşa Noga

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:00

0



Yollarda aç, ayakaltı düztaban
Açmışlar birer birer, bana gülümsediler
Kokulu dar sokaklar, fıkırdar durur tenim
İnanıyor her yerim
Du day du da du day du da

Yeter - mi yetmez
Canlandım şanlandım
Üşümüştüm - ısındım
Solmuştum - doğruldum

Güneşi yola yola, yaz başı yakınlarda
Bahar geldi kapımıza, hey merhaba
İçime doğa doğa, duydu beni bir anda
Bahar geldi kapımıza, hey merhaba

Coşkun pınarlar akar, şeffaf, gümüş, sisli sular
Fikirler filizlenir, hadi umut yuvarlan
Ekşimiş eskileri; hücreler yeniledi
Tüyden hafif ben oldum
Tırtıldım kelebek oldum
Du day du da du day du da

Yeni midir bilmek
Canlandım - şanlandım
Darılmıştım - solmuştum
Dilsizdim - açıldım

Güneşi yola yola, yaz başı yakınlarda
Bahar geldi kapımıza, hey merhaba
İçime doğa doğa, duydu beni bir anda
Bahar geldi kapımıza, hey merhaba.

Fatima Spar und die Freedom Fries

Ömer Hayyam'dan (10)

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:00

0

  • Ben hangi şarapla sarhoş olursam olurum,
    Ateşe, puta, neye taparsam taparım;
    Herkes bir türlü görmek istiyor beni
    Ben kendimi ne türlü yaparsam yaparım.
  • Şarap küpü önüne serdik seccademizi;
    Şarap yakutuyla adam ettik kendimizi;
    Umudumuz, meyhanede yeniden bulmak
    Camide, medresede yiten günlerimizi.
  • Rintlerin yolunda kendini unut;
    Namazın, orucun kökünü kurut;
    Öğütlerin iyisini Hayyam'dan işit:
    Şarap iç, yol kesme, yoksulları tut.
  • Hayyam, şarap iç, sarhoş olmak ne hoş,
    Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş;
    Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
    Yok say kendini, bak, var olmak ne hoş!
  • Bu dünya kimseye kalmaz, bilesin;
    Er geç kuyusunu kazar herkesin.
    Tut ki Nuh kadar yaşadın zor belâ
    Sonunda yok olacak değil misin?
  • Gören göze güzel, çirkin hepsi bir;
    Aşıklara cennet, cehennem, hepsi bir;
    Ermiş ha çul giymiş, ha atlas;
    Yün yastık, taş yastık, seven başa hepsi bir.
  • Kaderin elinde boynum koldan ince;
    Tüysüz kuşa dönerim ecel gelince.
    Yine de toprağımdan desti yapın siz:
    Dirilirim içine şarap dökülünce.
  • Ey canlar, şarapla buldurun bana beni;
    Yakutlara çevirin kehruba çehremi;
    Şarapla yıkayın beni öldüğüm zaman
    Asmadan bir tabut içinde gömün beni.
  • Feleğin çarkı dönmeyecek madem muradımca,
    Gökler ha yedi kat olmuş, ha sekiz, bana ne?
    Ölüm bütün isteklerimi yok ettikten sonra
    Ha dağda kurt yemiş beni, ha mezarda karınca.
  • Hayyam, olsa olsa bir çadır senin bedenin,
    Can sultanımızın bir süre oturması için;
    Ecel hancısı bir başka konak döşeyince
    Sultan göçer gider, viran olur çadırın senin.
  • Şarap içti mi, dilenci sultanlaşır;
    Tilki çıkar deliğinden aslanlaşır;
    Yaşlı başlı adam delikanlılaşır;
    Delikanlı yaşca başca olgunlaşır.
  • Günahlarım çok olmasına çoktur benim,
    Ama dinsizler gibi umutsuz değilim:
    Cennet cehennem umrumda değilse de
    Ötede hem şarap olacak, hem de sevgilim.
---------------------------------------------------

Eskidendi, çok eskiden...

Toy Story 3

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 20:45

0

Oyuncak Hikâyesi 3...

Geldi...

Sonunda!

Animasyon film denince Oyuncak Hikâyesi'nin nazarımdaki yeri ayrıdır. Bir kere bir ruhu var bu filmin. Diğer animasyonlarda bulmak çok zor. Sadece çocukları güldürmek, eğlendirmek gayesi taşımıyor Oyuncak Hikâyesi... Bir çocuk nasıl hissederse onu görüyoruz oyuncaklarda ve oyuncaklar da birer ayna aslında kendimizi gördüğümüz. Bir Barbie'nin giyim tarzı sahibinin iç dünyası hakkında fikir vermez mi? Eli kanlı askerleri bir oyuncak arabaya tercih eden çocuğun da elbette diğerinden farkı var. Seçmeye çocukluktan başlıyoruz biz... İlk tercihlerimiz oyuncaklardı işte. Hayatımızın limitsiz anlamını yüklediğimiz oyuncaklarımız...

Bir Barbie bebeğim olmadı benim. "Olmaması normal zaten" diye kestirip atmayın. Gayet de Barbie bebeklerle oynayıp, "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusunu, "Gelin olacağım" diye yanıtlayan hemcinsim bir arkadaşım vardı benim. Bana kalırsa Barbie bebekler sadece Action Man ile öpüştürülmek için vardı.

Bir erkek çocuğun oynayabileceği oyuncaklar bellidir az çok. Minik yeşil askerler, Batman, Spider-Man, mıknatıslı futbolcular, arabalar, dinozorlar... Hepsine de sahiptim. Çok mutluydum onlarla, okul yolunun dönüş kısmını sevme sebebimdiler onlar benim.
İlk filmden tam 14 sene sonra Oyuncak Hikâyesi üçüncü film ile sinema salonlarında. Teknolojinin de yardımıyla 3 boyutlu olarak... Hikâye yine muazzam. Özellikle müthiş finaliyle ilk iki film arasından sıyrılmayı başarıyor. Andy büyümüş, üniversite çağına girmiş bile. Odasını topluyor...

- Hey, bu benim! Beni anlatıyor.

Eşyaların bir kısmı tavan arasını boylarken kalanların adresi çöp kutusu oluyor. Bir anlık karışıklık sonrası oyuncaklar kendilerini bir kreşte buluyorlar. Andy'e dönme çabaları da bundan sonra başlıyor. Olaylar gelişiyor, gülüyorsunuz... Sonuç bölümü geliyor ve bir animasyonun finaline ağlamıyorsunuz, çünkü gözünüze toz kaçıyor.
9 yaşındaymışım... İlk filmi sinema salonunda yaşıtlarımla birlikte ağzımın suları aka aka izlediğim sırada sadece 9 yaşındaymışım. Çocukluğum boyunca bir Woody'im ya da bir Buzz Lightyear'ım olmadı belki ama bu sürece benimle eşlik eden sayısız oyuncağım oldu. Oyuncak Hikâyesi 3'ün finalinde gözleri dolduran, çoluğa çocuğa rezil olmamak uğruna o aptal gözlüğü çıkartmama engel olan duygu da tam olarak burada barınıyor aslında. Çocukluğuma herkesten çok şahit olan kolu bacağı kopuk oyuncaklarımdan hiçbiri yok artık. Kim bilir nerelerde heba olup gittiler?

Geçtiğimiz hafta yığınla çocuğun arasında izledim Oyuncak Hikâyesi 3'ü. Hepsi de 9, bilemediniz 10 yaşındaydı. Film bittiğinde sadece aptal bir gülümseme vardı hepsinin de yüzünde. Muhtemelen televizyonda gördükleri renk cümbüşünden bir farkı yoktu onlar için. İşte sırf bu yüzden onların filmi değildir Oyuncak Hikâyesi 3. Evet, çocuk filmidir belki, ama dedim ya, onların değil, 90'lı yılların çocuklarının filmidir. Benim filmimdir.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 74

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:45

0

"Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz, sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saaddeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh! Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiç bir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma. Dokunma oğluma. Dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile."

(Bizim Aile - Münir ÖZKUL)

Final Dediğin...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:15

1

...Lost'un yaptığı gibi olmaz tabii ki. Dexter'in 4.sezonundaki gibiyse yıllar boyunca akıldan çıkmaz ama...
Dexter'in bölümlerini biriktirerek izlemeyi seviyorum ben. Geçtiğimiz eylül ayında, askere gitmeden evvel, başlamıştı 4.sezon... Sezonun son bölümü yayınlandığı gün ben asker ocağına teslim olunca, haliyle izleme faslı askerlik dönüşüne ertelenmişti.
Dexter'i sevmek için kuşkusuz çok sebebiniz var. Bunların başını karakterlerin derinliği çekiyor. Onları - özellikle Dexter Morgan'ı - izlerken empati yeteneğiniz tavan yapıyor ve bir anda kendinizi dizinin kahramanlarından biri gibi görebiliyorsunuz. Hepsinden öte o kadar gerçeğe yakınlar ki kaptırıveriyorsunuz işte kendinizi. Bir seri katile bile sevgi besleyebiliyorsunuz, daha ne olsun?
Dexter son yıllarda takip edilebilecek diziler listesinin en tepesinde bir yer edindi kendine, buna şüphe yok. Ancak konu bu değil... Bu dizi yakında düzenlenecek olan Emmy ödüllerinde "en iyi drama" dalında ödülü kapacak. Öyle bir 4.sezon koydular ki ortaya, bu başarı ile taçlanmayı fazlasıyla hak ediyorlar.
Dizi alemine fırtına gibi girip her geçen sezon temposunu kaybeden sayısız yapım var. Geride bırakılan her sezonu bir öncekinden iyi olanların sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor. Supernatural bunlardan biri mesela... Bir diğeri de Dexter işte. Yayınlanan son bölümün final dakikalarında yaşananlardı beni bu satırları yazmaya iten. Şaşkınlıktan farkında bile olmadan parmaklarımı ısırtan, ilk defa bir dizi uğruna göz pınarlarımı dolduran final... 5.sezon bitimindeki muhtemel kaçınılmaz sona zemin hazırlayan final...
Önümüzdeki eylül ayında Dexter son sezonuyla ekranlara dönecek. O daha da muhteşem olacak ve Dexter kendine dizi tarihinde sağlam bir yer edinecek. Hâlâ izlememiş olanlar varsa, eylüle kadar arayı kapatma fırsatı ellerinde...
Büyüksün Michael C. Hall...

Pazartesi Notları #108

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:00

0

  • 108 olmuşuz. "Lost'a yorabilirsiniz" diyeceğim ama Lost yeterince yordu değil mi? Şöyle yapsak nasıl olur? (108/2) - 14 = 40! Milliyetçi Hareket Partisi'nin 40'ncı yılı! Ha ha, nasıl ama...
  • Dünya Kupası bitti. Şampiyon olduk. Rüya gibi... Ne de olsa aynı gezegenin insanıyız, değil mi?
  • Kupada Ahtapot Paul ne olacak dediyse o oldu. İşte o Paul mesleği bıraktı, hem de zirvedeyken...
  • Geçtiğimiz sene olduğu gibi bu sene de orta kulak iltihabı çekiyorum. Köprücük kemiğim kırıldığında bile bu denli kıvranmamıştım sanırım. Ve evet, hastane kuyruklarından nefret ediyorum.
  • "Ömer Üründül'ü Afrika dönüşü havaalanında karşılayalım, havaya atıp tutmayalım." İyi fikir, kesinlikle katılıyorum.
  • Şokella reklamına rastlamışsınızdır. Çocuklardan biri arkadaşına "Senin annen de çok Şokella" diyor. Kavgada söylenmez.
  • Berece Berece Berece Berece Berece Berece Berece...
  • Hayır, bu reklam değildi!
  • Kinder Surprise'yi oyuncağı için değil, o leziz çikolatası için tüketirdim ben. Neslim tükeniyor sanırım.
  • "Ofsayt kadınların anlayamadığı değil, erkeklerin bir türlü anlatabilemediği, aslen gayet basit bir olay." demiş Aylin Aslım. Haksız değil aslında ama ben üzerime alınmayacağım.
  • İleride bir film çekersem filmin sonunda ana karakterlere mutluluk bahşetmeyeceğim. Bir şeylerden kaçarken aniden o şeylere yem edeceğim.
  • "Türk kahvesi diye yabancılar desin, biz demeyelim" der Mario Levi.
  • Devlet pornoyla mücadele etmeye başlamış, mücadele edilecek onca şey varken... İşsizlikle etse mesela, terörle ya da... İnternet üzerinden porno film indirenler IP numaralarından bir bir tespit ediliyormuş. Beni yakaladılar, siz kendinizi kurtarın...

Bir Bilmecem Var Çocuklar - 1.Aşama

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:00

9

Efendim selamlar olsun.

Yepyeni bir konsept kazandırıyorum bloga. Sadece blog mu kazanacak? Tabii ki değil. Artık siz sevgili ve sadık okuyucularını da düşünüp, onlara da kazandıracak.

Son Pazartesi Notları'nda değinmiştim aslında. Uzun süredir vardı aklımda ve artık harekete geçmenin vakti geldi. Konuyu açmak gerekirse... Bu blog artık takipçilerine - ki aslına bakarsanız geçerken uğramış olmanız bile yetebilir - DVD kazandırıyor. Her ayın tarafımdan belirlenecek bir günü blogda yöneltilen soruya cevap verenler arasından en şanslı olanı DVD arşivini genişletme fırsatı bulacak. Peki bu nasıl olacak?

İşte onu ben de bilmiyorum :) Bu yazının amacı da sizin yardımlarınızla konsepti zenginleştirmek. Bir Bilmecem Var Çocuklar konsepti başlamadan önce iki aşamadan geçmek zorunda. Şu an ilk aşamadan bahsedeceğiz. Sizlerden ricam yarışma sorularının nasıl olacağı konusunda önerilerde bulunmanız... Benim aklımda bir tane var mesela: Ünlü yabancı isimlerin çok eski fotoğraflarını tahmin ettirebilirim. Daha yaratıcı, daha çözümcü bir fikir çıkarsa kendi fikrimden DeLorean hızında cayabilirim.

Soru tarzına karar verdik mi? O halde karar vermemiz gereken bir konu daha var. Verilecek olan ödül soruya doğru cevabı veren ilk kişiye mi gitmeli, yoksa bu duruma çekiliş mi karar vermeli? Şayet ikinci seçenekte karar kılınırsa noterle uğraşamayacağım için benim parmaklarıma güvenmekten başka çareniz kalmayacak. Parmaklarımı o kader anında videoya çekebilirim tabii. Evet, yapabilirim bunu :)

İlk aşama böyle sevgili canlar. Bu konu üzerinde mutabakata varıldıktan sonra sıra ikinci aşamaya gelecek - ki ikinci aşamada alınacak karar çok daha zevkli olacak. Onu sonra açıklarım.

- ARMAĞAN EDİLECEK FİLM TÜRÜNE KARAR VERİLECEK!

NOT: Dayanamadım, ne yapayım!

90'lı Yıllar #15

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:15

0

Sıklıkla kurulan "Boyu kadar oğlu var" cümlesinin çok sayıdaki gizli öznelerinden biridir Hakan Peker. Hakkında yapılan "Hakan Peker mi, pekmez mi?" gibi çok sayıda eprisdlfalsfklv...
Kabul ediyorum, kötü bir girişti. Hakan Peker söz konusu olunca ciddi olamıyorum, ne yapabilirim? Yine de az sonra dinleyeceğiniz şarkının hatrına kendimi biraz daha zorlamam gerekiyor. Bu güzide, yılların eskitemediği sanatçımızın üç tane adamakıllı şarkısını seçmeye kalksam ancak üç tane bulurum zaten. Diğer şarkıları kötü demiyorum, sadece adamakıllı üç şarkısı var diyorum. Bunlardan birine "90'lı yıllar"ın eski bölümlerinde yer vermiştim. Bu bölümdeki ile birlikte iki ediyor. Üçüncüsü için söz hakkını Hayrettin Demirbaş'a verelim:

-Kısfmet!

Uzatmayalım... "Günahlar" Hakan Peker'in en başarılı işlerinden biridir. Öyle ya o her ne kadar "Günahlar" diye inlese de sevap gibi şarkıdır. Yaradana yaklaştırır, sevdiceğe sitem ettirir. İki tek attırmışlığı da vardır. To make the long story short... Hakan abi diyor ki: Masum değiliz hiçbirimiz. Sezen Aksu bile...

Öeh!

Keyfini sürün efendim...

Paranormal Activity

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:00

3

Askerde belli bir saat gelince koğuşun ışıkları söndürülür. Kelamsız edilen bir "Uyuyun" komutudur bu aslında. Bünyede küçüklükten kalan bir sorun benimkisi... Erken uyumak da neymiş, tavuk gibi... Neyse ki o mavi küçük fenerin bana faydası çok oldu. Kantinden satın aldığım Sinema dergisinin sayfalarını karıştırırken rast gelmiştim Paranormal Activity'e. Bir korku filmiydi. Türünün üzerine ne koyabilirdi ki? Hangi gerilim veya korku filmi bunu yapabilmiş, bayrağı bir uç noktaya taşıyabilmişti? Bu da yapamayacaktı şüphesiz... Gözüm kelimeleri sırasıyla takip etmeye başlayınca karşımdakinin bir pazarlama mucizesi olduğunu anladım.
Eğer "Korku filmleri arasından öyle bir tane seç ki diğerlerinin yapamadığını yapmış olsun" gibi bir soru getirseler, cevabım düşünme payı dahi bırakmadan The Blair Witch Project olurdu. Nedeni de basit... O güne kadar - ki buna rahatlıkla günümüzü de dahil edebilirim - irkilmeme sebebiyet veren tek filmdi. Bu etkiyi yaratmada filmin kullandığı teknik kadar pazarlama stratejisinin de payı büyüktü. İşin teknik boyutuna bakarsak, bütün film basit bir el kamerası ile çekilmişti ve bunu o güne kadar kullanan yoktu. Dolayısıyla verilmek istenen duygu ve unsurlar izleyiciye tamamen gerçekçi olarak aktarılabiliyordu. Filmin pazarlanış öyküsü ise neredeyse başlı başına bir tez konusu... Filmi anımsayanlar bilir... Bir grup genç Blair Cadısı üzerine çekecekleri belgesel için ormanın yolunu tutarlar. Sonrasında bütün olayı onların gözünden görürüz. İşte tam da bu nokta üzerinde durmak gerek. Film vizyona girdiğinde söylenenler olayın tamamen gerçek olduğu yönündeydi. Yani... Film boyunca gördüğünüz şahıslar gerçekten ormana gittiler, çekimlerini yaptılar ve onlardan geriye sadece bu görüntüler kaldı. Yapımcıların iddiası buydu ve bunu görüntülere en ufak bir müdahalede dahi bulunmadıklarını ifade ettiler. Evet, tamamen saçmalık! Her ne kadar bir süre sonra tüm bu yalan kurgu su yüzüne çıksa da film başarıyı yakalamıştı bir kere. Gişede elde ettiği rakamı boşverelim de, filmin finali korku türünde görülebilecekler arasında en iyi olarak kalmaya devam ediyor.
Geride bırakılan seneler içerisinde Blair Cadısı'nı taklit eden yığınla yapım oldu. Bunlardan biri de Paranormal Activity... Üstelik söz konusu film işin pazarlama kısmında da Blair Cadısı'nı örnek almış olmalı. Paranormal Aktivite 2007 yılında toplam 15000$'lık bir bütçe ile çekildi. Kimse sinema dünyası için son derece komik olan bu rakamla dünyayı yerinden oynatacağına inanmıyordu herhalde. Büyük konuşmayalım... Tanıtım için en büyük şansları Steven Spielberg'dü. Öyküyü bir destana çevirmeden toparlayayım... Günün birinde Spielberg yapımcılardan filmi istiyor, evinde odasına kapanıyor ve başlıyor seyretmeye. Filme adını veren olaylar vuku bulmaya başlıyor. Filmin yarısında ev karanlığa boğuluyor ve ünlü yönetmenin içinde bulunduğu odanın kapısı kendiliğinden kilitleniyor. Ertesi gün Spielberg'ün ilk işi filmi yapımcılara geri iade etmek oluyor. Sonunu dahi getirmeden hem de... İnanırsınız ya da inanmazsınız ama hikâye böyle. Bu mit ile dünya çapında yaratılan merak dalgası sayesinde film gişede yapımcılarının yüzünü güldürmeyi başardı. Öyle ya filmin DVD'sini almaya gittiğinde kasiyer size "Yine mi bu film?" diyebiliyor.

İki sevgilinin geceleri evin içinden gelen sesleri duyması sonucu bir kamera satın almasıyla başlıyor her şey. Bu sayede onlar uykudayken kamera evin içinde olup biten her şeyi kayda alabilecektir. 83 dakika boyunca izleyicinin karşı karşıya olduğu konu bu. Evet, bir korku filminden beklenebilecek kadar basit. Benim fikrim mi? Türün diğer filmlerinden alışık olduğunuz gibi "Aha, burada şu olacak" diyemiyorsunuz. Beklemediğiniz yerlere sıkıştırılmış ayrıntılar mevcut. Fakat piyasadaki abartıların koluna giremeyeceğim. Gerim gerim geren pek bir şey yok. Film bittikten sonra bilinçaltınız sizi daha çok gerecek, bunu garanti edebilirim.

Pazartesi Notları #107

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 19:45

4

  • Almanların her gün en az bir televizyon kanalında İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili programlar yayınladıklarını biliyor muydunuz? Bunu orada yaptıklarını, işledikleri suçları sürekli hafızalarında tutmak için, geçmişleriyle yüzleşmek için yapıyorlar. Bir 2 Temmuz daha geçirdi Türkiye. Kaç televizyon kanalında yalnızca 5 dakika ayrıldığını gördünüz, hangi "devlet büyüğü" çıkıp da Sivas Katliamı hakkında iki çift laf etti. Cumhurbaşkanı Twitter hesabında "Çevre düzenlemeleri önemli. Ciddiye alınması gerek" yazarken cevapladım kendisini "Günün anlam ve önemi hakkında görüşlerinizi bekliyorum" diye, ben kimim ki beni kaale alacak ama, değil mi?
  • "Gelmiş geçmiş en iyi dizi karakteri hangisi" gibi bir anket iyi gider kanımca. Yakında diyelim... Benim oyum belli: Barney Stinson!
  • Olur da bu blogun takipçileri artarsa bir yarışma başlatacağım. Belirli aralıklarla blogda karşınıza çıkacak. Daha fazla ayrıntıyı söz konusu durum mümkün olursa veririm. Sizin bilmeniz gereken şu: Alabildiğine DVD dağıtacağım.
  • Pazartesi sabahlarının en güzel eğlencesi... Hayır, bu notları okumak değil elbette. Ekşi Sözlük'de haftanın en beğenilen girdilerini okumak...
  • Kemal Sunal gideli 10 sene olmuş. Annemin babamın ölümünü düşünmezken onun ölümünü düşünürdüm çocuk aklımla. Ortaokul sıralarını karalayan, arkadaşlarına onun esprilerinden demetler sunan, her yerde bir benzerine rastlayabileceğiniz bir çocuk... "Gün gelip de Kemal Sunal'ın öldüğünü görür müyüm? O vakit ne yaparım?"
    O vakitler klima biraz da lükstü. Antalya sıcağında televizyon balkonlara taşınırdı. Bir sabah kahvaltısı sırasında ekranın altından hızla akmakta olan bir yazı ile korkulanın başa gelmesi. Bir insan hayatında elini sıkmadığı, kendi varoluşundan dahi habersiz olan biri için ne kadar gözyaşı dökebilirdi ki?

    Çok! Epey çok!
  • Barış Akarsu'nun vedasının ardından da 3 yıl geçmiş Hâlâ aramızda sanki...

    Öyle...
  • Yaz aylarının gelmesini istemememin en büyük sebeplerinden biri de hamamböcekleri. Evde görsem kıyameti koparırım. Fare görmüş bayanlar gibi atlarım tezgahın üstüne. Evde o böceği imha edebilecek bir Allah'ın kulu yoksa, afedersiniz ama, sıçtığımın resmidir. Geçtiğimiz gün akşam balkondan bir çığlık yükseldi. Sesin sahibi kardeşimdi - ki kendisi 21 yaşındadır. Aslında o an anlamıştım neyle yüz yüze olduğumuzu ama bir umut direniyordum işte... Balkondan salona süratle daldıktan sonra üstündekileri çıkarmaya başladı. "Ne oldu" dememe kalmadı... Uçarak gelen bir tanesi havada parendeler atarak omzuna konmuş. Benim başıma gelse çığlık atmazdım. Bayılmış olurdum çünkü...
  • Sıcak havalarda hayattan soğumak... Evet, var böyle bir şey.
  • Sinema yazılarımın yayınlandığı RoadLife dergisine artık D&R ve Megavizyon gibi müzikmarketlerden ulaşabilirsiniz.
  • Beni özleyin anacıııım. Baaaay!

Time Changes Everyone of Us

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:00

2

"Hayat çok garip gerçekten. Cuma günü Yol Üstü Lezzet Durakları'nın o günkü durağı Erzurum'du. Meşhur Cağ Kebabı tanıtıldıktan sonra ilk defa rastgeldiğim bir tatlıyı öğrendim. Kadayıf Dolma dedikleri bu tatlı o gün ister istemez dilimin damağımın iki kat nemlenmesine sebebiyet vermişti. Yemek için de kalkıp Erzurum'a gidemezdim ya! Gariplik burada değil tabii, bundan sonrasında. Dün İstanbul'a geldim ve havaalanından taksiye bindim. Klasik taksi muhabbeti sonucu taksicinin Erzurumlu olduğunu öğrendim ve izlediğim programdan bahsettim. Adam adresimi isteyip, ardından da 'Sana memleketten kadayıf dolma getirteyim' diye tutturmasın mı! Düşüncelerim önce tatlının dayanılmaz görüntüsüne odaklansa da caydım o işten."

Hey gidi! Yukarıda okuduklarınız 24 Aralık 2007 tarihinde tarafımdan yazılmış. 7 numaralı Pazartesi Notları'nın bir ferdi olmakta... O vakitler nereden bilecektim iki sene sonra askerlik görevim için Erzurum'da olacağımı. Eh, ulaşılmaz gelmiş Erzurum lezzetleri. Sonra bir bakmışım Cağ Kebabının da Kadayıf Dolmasının da tam ortasında buluvermişim kendimi. Hayat işte... "Sürprizlerle dolu" diye boşuna dememiş diyen...

HP7

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:15

2

Tamamen duygusal sebeplerden ötürü son kitabı ikiye böldü yapımcılar. Filmlerden pek bir beklentim yok ama poster şahane.