Yeşilçam'ın Dönüşümü
Posted by Anıl | Posted in sinema, türk sineması | Posted on 10:30
Yeni bir hüviyet arayışı içinde olan Türk sineması, geçmişin gölgesinden sıyrılarak yeni isimler, eserler ve mekânlar yaratma çabası içerisinde. Melodramın ağır bastığı Yeşilçam günlerinden koparak, politik kaygılar arasında boğulmadan yüzeye çıkmayı başaran ve farklı türlerin cesurca denendiği günümüz Türk sinemasına doğru değişimin izlerini takip edeceğiz.
Yeşilçam… Türkiye’nin dumanını kaybetmeye yüz tutmuş bacasız endüstrisi… Yine de bu toprakların görüp görebileceği en güzel düş… Türk sinema seyircisinin tüm sahiplenmelerine rağmen yapraklarının yavaş yavaş solmaya başlaması ile aynı zamanda dökülen bir ağaçtır Yeşilçam.
“Vizörden ilk kez baktığım zaman gördüğüm şey tam bir şenlikti ve o şenlik hiç bitmedi” diyor sinemamızın tohumlarını avuçlarında yeşerten, ustaların ustası Ömer Lütfi Akad. Yılların ardından dahi teknikleri denenmekten bıkılmayacak Kanun Namına, Vurun Kahpeye, Vesikalı Yârim gibi melodram kokan eserlerinin yanında, Görünmeyen Adam İstanbul’da filmiyle de sinemamızda fantastik edebiyatın duvarlarını yıkmıştır.
Ömer Lütfi Akad ile aynı dönemi paylaşan isimlerden biri de tabii ki Metin Erksan’dır. Susuz Yaz ile uluslar arası platformda bir yarışmada birincilik ödülü kazanan ilk Türk yönetmen olan Metin Erksan için sinema, geniş kitleleri eğlendirme amacı güden bir araç olmasından ziyade bir sanat koluydu. Erksan’ın tarzı sinemanın para karşılığı eğlence sunan bir araç olarak algılandığı yıllarda, ki bu kendi dönemine de tekabül eder, Türk izleyicisi için bir hayli garipsenecek türdendi. Sinema salonlarını dolduran kitlelerin sürrealizmden izler taşıyan sahneleri beğeni duyguları ile yorumlamaları dönem izleyicisinden beklenecek en son şeydi.
1970’li yıllar Türk sineması için bir patlama evresiydi. Yine de bunun niteliksel değil ama niceliksel olarak mümkün olduğunu söylemek gerek. Sadece 1975 senesinde çekilen toplam 226 adet film anlatmak istediğimizi fazla söze mahal bırakmadan açıklıyor. Bugün Yeşilçam adını verdiğimiz dönem kapsamında Yılmaz Güney’in adını çamın tepesine kondurmadan olmaz. Yılmaz Güney, Yol filmiyle elde ettiği Altın Palmiye sayesinde Türkiye’nin yetiştirdiği uluslar arası platformda kabul gören en önemli yönetmen olur. Gariptir ki yurtdışında saygı gören Güney, kendi ülkesinde yasaklıdır. Yılmaz Güney’in Atıf Yılmaz ile beraber sinemayı insanların sorunlarını yansıtan bir araç olarak kullanmaya başladıklarını biliyoruz. İki ustanın da bu topraklarda sinemanın bu yönünü kullanma cesareti gösteren ilk isimler olduğunu belirtelim. Ülkede o döneme değin melodramlar, komediler, bir hayli başarısız fantezi denemeleri ve tiyatro uyarlamaları beyaz perdeye aktarılırken; özellikle Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’ın başını çektiği bir grup yönetmen ise eserlerinde memleket hikâyelerine yer vermeyi tercih ettiler. 1961 yılında komünist damgası yiyerek girdiği cezaevinde 18 aylık cezasını tamamladıktan sonra kendi film şirketini kuran Türk sinemasının Çirkin Kral’ı birkaç sene içinde çektiği Umut ve Ağıt filmleri ile Türk toplumunun sorunlarına ayna tutar. 1961 yılındaki mahkûmiyeti ilktir fakat son değildir. 70’li yılların ortalarında çektiği birçok filmi demir parmaklıklar ardında yönetmek durumunda kalan Güney’in eserlerini tamamlama görevi ise Şerif Gönen ve Zeki Ökten’e kalır. Mahkûmiyetine firar ederek son veren Çirkin Kral, sığındığı Fransa’da pek çok film çekti. 1983’de Fransa hükümetinin de yardımıyla son filmi Duvar’ı tamamladı. Bu sırada ülkesi Türkiye’de eserleri yasaklanmakla kalmadı, aynı zamanda yakıldı. Ölümünden sonra adeta Nazım Hikmet ile aynı kaderi yaşayarak Türkiye’de kahraman ilân edildi. Hiç kuşku yok ki bunda uluslar arası arenada kazanmış olduğu başarıların rolü büyüktür.
Yeşilçam’ın isim babasına selam ediyoruz şimdi. Sözünü ettiğimiz, sinemanın sansürden geçilmediği dönemde devletin kendisine armağan ettiği Devlet Sanatçısı ödülünü “Devlet ödül dağıtacağına önce sanatın önündeki engelleri kaldırsın” restiyle görmeyi reddeden Atıf Yılmaz’dan başkası değil. Sinema üzerine üretme çabasını 2006 yılındaki ölümüne dek sürdüren Atıf Yılmaz, sinemamızın demirbaş eserlerinin pek çoğunun altında imzası bulunan ismidir. En sevilen Yeşilçam klasikleri arasında mutlaka birçok filmi bulunur usta yönetmenin. Yaşamı boyunca Türk sinemasının her döneminde eser verdiği için belli bir türe yatkınlığı olduğunu da söyleyemeyiz. Fakat komedi, dram, fantezi ayrımı yapmadan çektiği pek çok filmi ile sinemamızın mihenk taşlarından birkaçını yaratmıştır. Bunların başında Keşanlı Ali Destanı (1964), Yarın Bizimdir (1964), Taçsız Kral (1965), Köroğlu (1968), Cemo (1972), Salako (1974), Hasip ile Nasip (1976), İbo ile Güllüşah (1977), Aaah Belinda (1986) gelmektedir. 1978 senesinde çektiği Selvi Boylum Al Yazmalım ise kuşkusuz yönetmenin zirve noktasıdır. Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın başrollerini paylaştığı film bugün bile ilk günkü etkisinden en ufak bir şey kaybetmemiştir.
Yeşilçam bir yandan kendi kimliğini arayış içerisindeyken diğer yandan çok daha iyi bildiği işi yapıyordu. Özellikle 70’li yılların ikinci yarısından itibaren karşı konulamaz bir hızla komedi ve avantür yönü ağır basan filmler çekilmeye başlandı. Bu türlerin en beğenilen eserleri Ertem Eğilmez, Kartal Tibet, Zeki Ökten, Yavuz Turgul, Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın ellerinden çıkarken; sinemamızın içinde bulunduğu bu yeni dönemin yıldızlaşan oyuncuları arasında ise Şener Şen, Kemal Sunal, Tarık Akan, Münir Özkul, Adile Naşit, Gülşen Bubikoğlu, Halit Akçatepe, Cüneyt Arkın ve Ayşen Gruda gibi bugün dahi mumla aranan isimler yer alıyordu.
Türk sinemasında güldürü ve avantürün önemi bir hayli yüksekti. Özellikle komedi ağırlıklı eserlerde çizilen klasik Türk insanı portresinde izleyici kendinden bir şeyler yakalama hususunda herhangi bir sıkıntı çekmiyordu. Bunun en güzel örneklerini Atıf Yılmaz’ın parlattığı Kemal Sunal’ın filmlerinde görmek mümkündür. Sunal’ın pek çok filminde canlandırdığı Şaban tiplemesi her ne kadar Chaplin’in Şarlo’suna bir atıf da olsa dönemin tipik insanını olması gerektiği gibi, abartısız yansıtmıştır. Kemal Sunal’ın büründüğü roller ağırlıklı olarak saf, iyi niyetli, yoksul ve dürüst karakterlerdir. Fakat bu karakterler çekilen tüm zorluklara rağmen er ya da geç ödülünü alır. Günümüz Türk sinemasının birer ürünü olan komedi filmlerinin tek bir kez sinema salonlarında izlenip unutulmasının yanında Kemal Sunal filmlerinin nesilden nesle aktarılmasının altında yatan en büyük etken de budur.
Özellikle Ertem Eğilmez imzalı pek çok film bugün ilk günkü heyecan ile izlenebilmektedir. 1978 yapımı Neşeli Günler’de bir Türk ailesi portresi üzerinden genele ulaşır Eğilmez. Münir Özkul, Adile Naşit ve Şener Şen’in yıldızlaştığı film birbirlerinden kopuk aile bireylerinin tüm zorlukların üstesinden ancak bir aradayken gelebilecekleri üzerine bir melodramdır. Bu noktada Şener Şen’e de ayrı bir parantez açmak gerekiyor. En üretken zamanı 1970-1985 yılları arası olan aktörün her türlü role zorluk çekmeden bürünebilmesi tüm performanslarını unutulmaz kılıyor kuşkusuz. Türk güldürüsünün mihenk taşı Hababam Sınıfı’nda havalı beden eğitimi öğretmeni Badi Ekrem ile göz pınarlarını güldürmekten kurutabiliyorken, feodal düzeni hicveden Züğürt Ağa’da izleyenin yüzüne acı bir tebessüm kondurabiliyordu. Şener Şen’in unutulmaz performanslara imza atmasına yardımcı olan senarist ve yönetmen Yavuz Turgul’un hakkını da vermeden geçmek olmaz. Özellikle Şener Şen’in son dönem filmlerinin pek çoğunda Yavuz Turgul’un izlerini görmek mümkün. Züğürt Ağa, Gönül Yarası, Eşkıya, Muhsin Bey ve Çiçek Abbas’ın elde ettiği başarılar, Şen’in müthiş performansı kadar Yavuz Turgul’un senaryo yazma ve yönetme konusundaki yeteneğiyle de desteklidir. İkilinin beraber çalıştığı filmlerin tamamının başarıya ulaşması ise bu söylenenleri doğrular niteliktedir.
Yeşilçam’ın bir dönem gişeye ve gözlere hitap etmesinin en büyük sebeplerinden biri de avantürdür. Avantürü kelime anlamının dışında kısaca bugün dönüp baktığımızda bizi güldüren, bol bol hata aratan, halk kahramanlarıyla dolu fantastik macera filmleri olarak açıklayabiliriz. Özellikle 1960’lı yılların son dönemlerinden itibaren, ABD’de bir dönem fırtınalar yaratan çizgi romanların yerli uyarlamaları arka arkaya sinema salonlarını doldurmaya başlar. Yılmaz Atadeniz, Natuk Baytan, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın öncülüğünü yaptığı bu türün ekmeği uzunca bir müddet yenilir. Siyah-beyaz aşk ve entrika rüzgârları arasında adeta başı dönen Türk sinema izleyicisi aksiyonun bol olduğu rengârenk ve fantastik bir dünyaya çekilmekten bir hayli hoşnuttu. Öyle ki dönemin aktör ve aktrisleri setten sete koşup bazen ayda üç-dört filmi tamamlama başarısı gösteriyorlardı. Günümüzde çekilen pek çok taşlama odaklı filme de konu olan Maskeli Beşler, Dünyayı Kurtaran Adam, Kara Murat ve Tarkan gibi yapımlar kendi dönemlerinde izleyicide derin izler bırakabiliyor, yeni doğan çocuklara bu fantastik kahramanların adları layık görülebiliyordu. Cüneyt Arkın, Kartal Tibet ve Yılmaz Köksal gibi ustaların bolca sahne aldığı avantürün sürekli “vurun abalıya” edebiyatına maruz kalması türün makus talihi midir, bilinmez, fakat kesin olan bir şey var ki o da yoksul bir ülkede kısıtlı imkânlarla başyapıtlar çıkarılamayacağı gerçeğidir. Dönemin sinema emektarlarının gecelerini gündüzlerine katarak ortaya çıkardıkları ve bugün dahi izlenebilirliklerinden pek bir şey kaybetmemiş eserler, 2000’li yıllarda gişe rekorları kıran, elde ki imkânlar ile verilebilecek pek çok şey varken hiçbir şey sunmayan eserlerin yanında taç ile onurlandırılmayı fazlasıyla hak ediyor aslında.
Biraz da aşkı anlatmanın sahilde sevgiliye doğru koşmak ya da ağaçlar arasında saklanmak, öpüşmelerin dudakları birbirine bastırırken başı da sağa sola oynatmak olduğu abartılı ve yapay oyunculukların sergilendiği Yeşilçam’ın bugün geldiği nokta üzerine konuşmak gerek. Yeşilçam bir geçiş dönemi miydi? Türk sinemasının bugünkü halini ele alarak Yeşilçam’ın hâlâ ayakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Başta söylediğimizi yineleyelim; günümüz Türk sinemasını Yeşilçam olarak adlandırmak bir hayli yanlış. Bir şeyler kopuk sanki. Bir bütünlük görmek çok zor. Yeşilçam’ın en büyük özelliği ruhuydu. Tekdüzelikten sıyrılabilmek konusunda pek fazla çaba sarf etmiyordu belki ama böyle mutluydu aslında. Üreten de tüketen de bir paylaşım içindeydi. Çünkü Yeşilçam’da “sevgi emekti”.
Sonbahar sinema mevsimidir bu ülkede. Geride bıraktığımız ekim ayı içerisinde 46’ncı Antalya Altın Portakal Film Festivali ve yedincisi düzenlenen Filmekimi ile sinemaseverler kısıtlı bir süreç boyunca yedinci sanata doydular. Özellikle bu iki festivalden yola çıkarak Türkiye’deki sinema anlayışının hızla değiştiği sonucuna varmak mümkün. Bir kere eskiden olduğu gibi tek bir yol üzerinde hareket etmiyor sinemamız. Farklı yönetmenler farklı yollarda ilerliyorlar ve gişe kaygısı güdülmediği sürece rekabet farklı bir boyuta taşınınca ortaya da ciddi güzellikte seyirlikler çıkıyor. Semih Kaplanoğlu, Çağan Irmak ve Zeki Demirkubuz yeni dönem Türk sineması ele alındığında ön plana çıkan yönetmenlerden sadece üçü ve her birinin sinema yardımıyla aktarmak istediği şey farklı. Bir başka önemli isim ise Nuri Bilge Ceylan. 1997 yılında kayda aldığı ilk uzun metraj çalışması Kasaba’dan bu yana kaliteli işlere imza atan yönetmeni pek çoğumuz 2008 yılında en iyi yönetmen kategorisinde elde ettiği Altın Palmiye sayesinde tanıdık. Oysa Ceylan 2002 yılında çektiği Uzak ile de Cannes’dan ödülle dönmeyi başarmıştı. Türk sineması farklı bir boyuta doğru bir kimlik arayışı içerisine girerken başarı kıstasının da adı yeniden koyuluyor. Kimi geçmişten gelen alışkanlığın bir yansıması olarak yatırımını gişede elde edeceği miktara göre yaparken, kimi de sponsor yardımı olmadan ve düşük bütçeler ile sinemanın sanatsal yönüne hükmedecek eserler sunuyor. Başlangıçta hedeflenen kitleye ulaşıldığı takdirde de yapılan iş başarılı sayılabiliyor.
Türkiye değişiyor… Bunu artık dokunduğumuz suda dahi hissedebilecek durumdayız. Bir ülkenin içinde bulunduğu koşullara ülkenin sanatı da ayak uyduruyor şüphesiz. 1980 sonrası yapılan toplumsal mesaj kaygılı filmler emekçilerinin tutsak edilmesine yol açarken, 2009 Türkiye’sinde birileri çıkıp tek kelime Türkçenin bilinmediği bir Güneydoğu Anadolu köyüne Ege’den çıkıp giden bir öğretmenin yaşadığı zorluklar üzerine film yapabiliyor. Öyle ki, 1980’li yıllarda ayıplanan sinema emekçileri vatan haini ilân edilip sınır dışı edilirken, bugün aynı çizgide çalışan yönetmen ve senaristler el üstünde tutulup, ödüle boğulabiliyor. Üzerine giyecek doğru elbiseyi yıllardır bulamayan bir ülkenin sanatı kendi kimliğini bulamamış, dert mi yani!
(Bu yazı RoadLife dergisinin Aralık 2009 sayısında yayınlanmıştır.)
Yeşilçam… Türkiye’nin dumanını kaybetmeye yüz tutmuş bacasız endüstrisi… Yine de bu toprakların görüp görebileceği en güzel düş… Türk sinema seyircisinin tüm sahiplenmelerine rağmen yapraklarının yavaş yavaş solmaya başlaması ile aynı zamanda dökülen bir ağaçtır Yeşilçam.
“Vizörden ilk kez baktığım zaman gördüğüm şey tam bir şenlikti ve o şenlik hiç bitmedi” diyor sinemamızın tohumlarını avuçlarında yeşerten, ustaların ustası Ömer Lütfi Akad. Yılların ardından dahi teknikleri denenmekten bıkılmayacak Kanun Namına, Vurun Kahpeye, Vesikalı Yârim gibi melodram kokan eserlerinin yanında, Görünmeyen Adam İstanbul’da filmiyle de sinemamızda fantastik edebiyatın duvarlarını yıkmıştır.
Ömer Lütfi Akad ile aynı dönemi paylaşan isimlerden biri de tabii ki Metin Erksan’dır. Susuz Yaz ile uluslar arası platformda bir yarışmada birincilik ödülü kazanan ilk Türk yönetmen olan Metin Erksan için sinema, geniş kitleleri eğlendirme amacı güden bir araç olmasından ziyade bir sanat koluydu. Erksan’ın tarzı sinemanın para karşılığı eğlence sunan bir araç olarak algılandığı yıllarda, ki bu kendi dönemine de tekabül eder, Türk izleyicisi için bir hayli garipsenecek türdendi. Sinema salonlarını dolduran kitlelerin sürrealizmden izler taşıyan sahneleri beğeni duyguları ile yorumlamaları dönem izleyicisinden beklenecek en son şeydi.
1970’li yıllar Türk sineması için bir patlama evresiydi. Yine de bunun niteliksel değil ama niceliksel olarak mümkün olduğunu söylemek gerek. Sadece 1975 senesinde çekilen toplam 226 adet film anlatmak istediğimizi fazla söze mahal bırakmadan açıklıyor. Bugün Yeşilçam adını verdiğimiz dönem kapsamında Yılmaz Güney’in adını çamın tepesine kondurmadan olmaz. Yılmaz Güney, Yol filmiyle elde ettiği Altın Palmiye sayesinde Türkiye’nin yetiştirdiği uluslar arası platformda kabul gören en önemli yönetmen olur. Gariptir ki yurtdışında saygı gören Güney, kendi ülkesinde yasaklıdır. Yılmaz Güney’in Atıf Yılmaz ile beraber sinemayı insanların sorunlarını yansıtan bir araç olarak kullanmaya başladıklarını biliyoruz. İki ustanın da bu topraklarda sinemanın bu yönünü kullanma cesareti gösteren ilk isimler olduğunu belirtelim. Ülkede o döneme değin melodramlar, komediler, bir hayli başarısız fantezi denemeleri ve tiyatro uyarlamaları beyaz perdeye aktarılırken; özellikle Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’ın başını çektiği bir grup yönetmen ise eserlerinde memleket hikâyelerine yer vermeyi tercih ettiler. 1961 yılında komünist damgası yiyerek girdiği cezaevinde 18 aylık cezasını tamamladıktan sonra kendi film şirketini kuran Türk sinemasının Çirkin Kral’ı birkaç sene içinde çektiği Umut ve Ağıt filmleri ile Türk toplumunun sorunlarına ayna tutar. 1961 yılındaki mahkûmiyeti ilktir fakat son değildir. 70’li yılların ortalarında çektiği birçok filmi demir parmaklıklar ardında yönetmek durumunda kalan Güney’in eserlerini tamamlama görevi ise Şerif Gönen ve Zeki Ökten’e kalır. Mahkûmiyetine firar ederek son veren Çirkin Kral, sığındığı Fransa’da pek çok film çekti. 1983’de Fransa hükümetinin de yardımıyla son filmi Duvar’ı tamamladı. Bu sırada ülkesi Türkiye’de eserleri yasaklanmakla kalmadı, aynı zamanda yakıldı. Ölümünden sonra adeta Nazım Hikmet ile aynı kaderi yaşayarak Türkiye’de kahraman ilân edildi. Hiç kuşku yok ki bunda uluslar arası arenada kazanmış olduğu başarıların rolü büyüktür.
Yeşilçam’ın isim babasına selam ediyoruz şimdi. Sözünü ettiğimiz, sinemanın sansürden geçilmediği dönemde devletin kendisine armağan ettiği Devlet Sanatçısı ödülünü “Devlet ödül dağıtacağına önce sanatın önündeki engelleri kaldırsın” restiyle görmeyi reddeden Atıf Yılmaz’dan başkası değil. Sinema üzerine üretme çabasını 2006 yılındaki ölümüne dek sürdüren Atıf Yılmaz, sinemamızın demirbaş eserlerinin pek çoğunun altında imzası bulunan ismidir. En sevilen Yeşilçam klasikleri arasında mutlaka birçok filmi bulunur usta yönetmenin. Yaşamı boyunca Türk sinemasının her döneminde eser verdiği için belli bir türe yatkınlığı olduğunu da söyleyemeyiz. Fakat komedi, dram, fantezi ayrımı yapmadan çektiği pek çok filmi ile sinemamızın mihenk taşlarından birkaçını yaratmıştır. Bunların başında Keşanlı Ali Destanı (1964), Yarın Bizimdir (1964), Taçsız Kral (1965), Köroğlu (1968), Cemo (1972), Salako (1974), Hasip ile Nasip (1976), İbo ile Güllüşah (1977), Aaah Belinda (1986) gelmektedir. 1978 senesinde çektiği Selvi Boylum Al Yazmalım ise kuşkusuz yönetmenin zirve noktasıdır. Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın başrollerini paylaştığı film bugün bile ilk günkü etkisinden en ufak bir şey kaybetmemiştir.
Yeşilçam bir yandan kendi kimliğini arayış içerisindeyken diğer yandan çok daha iyi bildiği işi yapıyordu. Özellikle 70’li yılların ikinci yarısından itibaren karşı konulamaz bir hızla komedi ve avantür yönü ağır basan filmler çekilmeye başlandı. Bu türlerin en beğenilen eserleri Ertem Eğilmez, Kartal Tibet, Zeki Ökten, Yavuz Turgul, Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın ellerinden çıkarken; sinemamızın içinde bulunduğu bu yeni dönemin yıldızlaşan oyuncuları arasında ise Şener Şen, Kemal Sunal, Tarık Akan, Münir Özkul, Adile Naşit, Gülşen Bubikoğlu, Halit Akçatepe, Cüneyt Arkın ve Ayşen Gruda gibi bugün dahi mumla aranan isimler yer alıyordu.
Türk sinemasında güldürü ve avantürün önemi bir hayli yüksekti. Özellikle komedi ağırlıklı eserlerde çizilen klasik Türk insanı portresinde izleyici kendinden bir şeyler yakalama hususunda herhangi bir sıkıntı çekmiyordu. Bunun en güzel örneklerini Atıf Yılmaz’ın parlattığı Kemal Sunal’ın filmlerinde görmek mümkündür. Sunal’ın pek çok filminde canlandırdığı Şaban tiplemesi her ne kadar Chaplin’in Şarlo’suna bir atıf da olsa dönemin tipik insanını olması gerektiği gibi, abartısız yansıtmıştır. Kemal Sunal’ın büründüğü roller ağırlıklı olarak saf, iyi niyetli, yoksul ve dürüst karakterlerdir. Fakat bu karakterler çekilen tüm zorluklara rağmen er ya da geç ödülünü alır. Günümüz Türk sinemasının birer ürünü olan komedi filmlerinin tek bir kez sinema salonlarında izlenip unutulmasının yanında Kemal Sunal filmlerinin nesilden nesle aktarılmasının altında yatan en büyük etken de budur.
Özellikle Ertem Eğilmez imzalı pek çok film bugün ilk günkü heyecan ile izlenebilmektedir. 1978 yapımı Neşeli Günler’de bir Türk ailesi portresi üzerinden genele ulaşır Eğilmez. Münir Özkul, Adile Naşit ve Şener Şen’in yıldızlaştığı film birbirlerinden kopuk aile bireylerinin tüm zorlukların üstesinden ancak bir aradayken gelebilecekleri üzerine bir melodramdır. Bu noktada Şener Şen’e de ayrı bir parantez açmak gerekiyor. En üretken zamanı 1970-1985 yılları arası olan aktörün her türlü role zorluk çekmeden bürünebilmesi tüm performanslarını unutulmaz kılıyor kuşkusuz. Türk güldürüsünün mihenk taşı Hababam Sınıfı’nda havalı beden eğitimi öğretmeni Badi Ekrem ile göz pınarlarını güldürmekten kurutabiliyorken, feodal düzeni hicveden Züğürt Ağa’da izleyenin yüzüne acı bir tebessüm kondurabiliyordu. Şener Şen’in unutulmaz performanslara imza atmasına yardımcı olan senarist ve yönetmen Yavuz Turgul’un hakkını da vermeden geçmek olmaz. Özellikle Şener Şen’in son dönem filmlerinin pek çoğunda Yavuz Turgul’un izlerini görmek mümkün. Züğürt Ağa, Gönül Yarası, Eşkıya, Muhsin Bey ve Çiçek Abbas’ın elde ettiği başarılar, Şen’in müthiş performansı kadar Yavuz Turgul’un senaryo yazma ve yönetme konusundaki yeteneğiyle de desteklidir. İkilinin beraber çalıştığı filmlerin tamamının başarıya ulaşması ise bu söylenenleri doğrular niteliktedir.
Yeşilçam’ın bir dönem gişeye ve gözlere hitap etmesinin en büyük sebeplerinden biri de avantürdür. Avantürü kelime anlamının dışında kısaca bugün dönüp baktığımızda bizi güldüren, bol bol hata aratan, halk kahramanlarıyla dolu fantastik macera filmleri olarak açıklayabiliriz. Özellikle 1960’lı yılların son dönemlerinden itibaren, ABD’de bir dönem fırtınalar yaratan çizgi romanların yerli uyarlamaları arka arkaya sinema salonlarını doldurmaya başlar. Yılmaz Atadeniz, Natuk Baytan, Çetin İnanç ve Tunç Başaran’ın öncülüğünü yaptığı bu türün ekmeği uzunca bir müddet yenilir. Siyah-beyaz aşk ve entrika rüzgârları arasında adeta başı dönen Türk sinema izleyicisi aksiyonun bol olduğu rengârenk ve fantastik bir dünyaya çekilmekten bir hayli hoşnuttu. Öyle ki dönemin aktör ve aktrisleri setten sete koşup bazen ayda üç-dört filmi tamamlama başarısı gösteriyorlardı. Günümüzde çekilen pek çok taşlama odaklı filme de konu olan Maskeli Beşler, Dünyayı Kurtaran Adam, Kara Murat ve Tarkan gibi yapımlar kendi dönemlerinde izleyicide derin izler bırakabiliyor, yeni doğan çocuklara bu fantastik kahramanların adları layık görülebiliyordu. Cüneyt Arkın, Kartal Tibet ve Yılmaz Köksal gibi ustaların bolca sahne aldığı avantürün sürekli “vurun abalıya” edebiyatına maruz kalması türün makus talihi midir, bilinmez, fakat kesin olan bir şey var ki o da yoksul bir ülkede kısıtlı imkânlarla başyapıtlar çıkarılamayacağı gerçeğidir. Dönemin sinema emektarlarının gecelerini gündüzlerine katarak ortaya çıkardıkları ve bugün dahi izlenebilirliklerinden pek bir şey kaybetmemiş eserler, 2000’li yıllarda gişe rekorları kıran, elde ki imkânlar ile verilebilecek pek çok şey varken hiçbir şey sunmayan eserlerin yanında taç ile onurlandırılmayı fazlasıyla hak ediyor aslında.
Biraz da aşkı anlatmanın sahilde sevgiliye doğru koşmak ya da ağaçlar arasında saklanmak, öpüşmelerin dudakları birbirine bastırırken başı da sağa sola oynatmak olduğu abartılı ve yapay oyunculukların sergilendiği Yeşilçam’ın bugün geldiği nokta üzerine konuşmak gerek. Yeşilçam bir geçiş dönemi miydi? Türk sinemasının bugünkü halini ele alarak Yeşilçam’ın hâlâ ayakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Başta söylediğimizi yineleyelim; günümüz Türk sinemasını Yeşilçam olarak adlandırmak bir hayli yanlış. Bir şeyler kopuk sanki. Bir bütünlük görmek çok zor. Yeşilçam’ın en büyük özelliği ruhuydu. Tekdüzelikten sıyrılabilmek konusunda pek fazla çaba sarf etmiyordu belki ama böyle mutluydu aslında. Üreten de tüketen de bir paylaşım içindeydi. Çünkü Yeşilçam’da “sevgi emekti”.
Sonbahar sinema mevsimidir bu ülkede. Geride bıraktığımız ekim ayı içerisinde 46’ncı Antalya Altın Portakal Film Festivali ve yedincisi düzenlenen Filmekimi ile sinemaseverler kısıtlı bir süreç boyunca yedinci sanata doydular. Özellikle bu iki festivalden yola çıkarak Türkiye’deki sinema anlayışının hızla değiştiği sonucuna varmak mümkün. Bir kere eskiden olduğu gibi tek bir yol üzerinde hareket etmiyor sinemamız. Farklı yönetmenler farklı yollarda ilerliyorlar ve gişe kaygısı güdülmediği sürece rekabet farklı bir boyuta taşınınca ortaya da ciddi güzellikte seyirlikler çıkıyor. Semih Kaplanoğlu, Çağan Irmak ve Zeki Demirkubuz yeni dönem Türk sineması ele alındığında ön plana çıkan yönetmenlerden sadece üçü ve her birinin sinema yardımıyla aktarmak istediği şey farklı. Bir başka önemli isim ise Nuri Bilge Ceylan. 1997 yılında kayda aldığı ilk uzun metraj çalışması Kasaba’dan bu yana kaliteli işlere imza atan yönetmeni pek çoğumuz 2008 yılında en iyi yönetmen kategorisinde elde ettiği Altın Palmiye sayesinde tanıdık. Oysa Ceylan 2002 yılında çektiği Uzak ile de Cannes’dan ödülle dönmeyi başarmıştı. Türk sineması farklı bir boyuta doğru bir kimlik arayışı içerisine girerken başarı kıstasının da adı yeniden koyuluyor. Kimi geçmişten gelen alışkanlığın bir yansıması olarak yatırımını gişede elde edeceği miktara göre yaparken, kimi de sponsor yardımı olmadan ve düşük bütçeler ile sinemanın sanatsal yönüne hükmedecek eserler sunuyor. Başlangıçta hedeflenen kitleye ulaşıldığı takdirde de yapılan iş başarılı sayılabiliyor.
Türkiye değişiyor… Bunu artık dokunduğumuz suda dahi hissedebilecek durumdayız. Bir ülkenin içinde bulunduğu koşullara ülkenin sanatı da ayak uyduruyor şüphesiz. 1980 sonrası yapılan toplumsal mesaj kaygılı filmler emekçilerinin tutsak edilmesine yol açarken, 2009 Türkiye’sinde birileri çıkıp tek kelime Türkçenin bilinmediği bir Güneydoğu Anadolu köyüne Ege’den çıkıp giden bir öğretmenin yaşadığı zorluklar üzerine film yapabiliyor. Öyle ki, 1980’li yıllarda ayıplanan sinema emekçileri vatan haini ilân edilip sınır dışı edilirken, bugün aynı çizgide çalışan yönetmen ve senaristler el üstünde tutulup, ödüle boğulabiliyor. Üzerine giyecek doğru elbiseyi yıllardır bulamayan bir ülkenin sanatı kendi kimliğini bulamamış, dert mi yani!
(Bu yazı RoadLife dergisinin Aralık 2009 sayısında yayınlanmıştır.)
Ben almanyadan sevgi, gercekten cok guzel bir blog, eger twitter veya facebook sayfasi varsa hemen
ekliycegim.
gerçekten size ne kadar teşekkür etsem az.araştirma ödevim vardı ve birçok sayfada bulamadıgım şeyleri sizin sayfanızda buldum teşekkürler.