Franz Kafka kıyamet üzerine şöyle diyor: "Kıyamet Günü'nü böyle adlandırmamızın nedeni ancak bizim zaman kavramımızdandır; aslında o bir tür sıkıyönetim mahkemesidir." Kıyametin kelime anlamına da bakmak gerek tabii. "Kıyam"ın ayağa kalkmak olduğunu, "et"in de bedeni temsil ettiğini söylersek bu iki kelimenin birleşimiyle ortaya çıkan "kıyamet" kelimesi aslında beynimizde ilk çakan anlamından çok çok öte bir yerde. Pek çoğumuzun aklına erdiği gibi felaketi değil, rasyonel bir yaklaşımla bedenin doğum anını da temsil edebilir bu kelime.
Gerçekten de kıyamet kitaplarda yazanın aksine daha derin bir noktada hapsolmuş olabilir mi? Zamanda mesela... İlgimizi çeken hikâyelerden biridir Atlantis. Zamanının ötesinde bir teknolojiye sahip olan, günü gelip sular altında kaldığına inanılan Ege'nin o meşhur kıtası... Ya da miladın çok öncelerinde astroloji ve mimari konusunda bugün bile zor erişilebilmiş bir noktaya bayrağı diken Maya uygarlığı... Peki ya binlerce yıl evvel üst üste konulan tonlarca ağırlıktaki kaya kütlelerinin oluşturduğu piramitler? "Bilmiyorum, ama bir güce inanıyorum" der bazıları. Sözü edilen güç bu mudur? "Her insanın ölümü kendi kıyametidir." Öyledir belki... Belki bildiğimiz her şey yanlıştır. Belki aslında bildiğimiz tek şey gerçekten de hiçbir şey bilmediğimizdir. Sonrasında sadece doğmamışlık hissi vardır, her şey karanlıktır...
Yazılan çizilen, kulaktan kulağa aktarılan o hikayelerde bir gerçeklik payı olabilir mi? Atlantis gerçekten batmış, yıllar sonrasının teknolojisini piramitlerin duvarlarına kazımış Mısır uygarlığı yok olmuş, dünya kendine "reset atmış" olabilir mi? Bir oyun gibi düşünelim. "Level" adı verilen aşamalar yok mudur bilgisayar oyunlarında. En level'a ulaştığınızda karakteriniz de mutasyonunu tamamlamıştır. Gidebileceği başka yer yoktur, daha fazla da koyamaz üzerine. Son görevini tamamlar ve gider. Oyunu tekrar açtığınızda her şeye baştan başlarsınız. Gibi... Ben açıklayamıyorum Piramitleri, Mayalar'ı ve fazlasını... Hollywood da çok kafa yoruyor bu konu üzerine ben gibi. Benden farklı olarak yaptıkları tek şey açıklayabilmek için çaba sarf etmeleri. Sinema yoluyla...
Kıyamet sonrası ile ilgili çok fazla kitap yazdı bilimkurgu edebiyatçıları. Farkında olmadan Hollywood'a senaryo hazırladılar aslında. Büyük film şirketleri ve yönetmenler kendi yaratıcılıkları ve hayalgüçlerinin de yardımıyla izleyiciye alternatif sonlar sundular ve buna devam da ediyorlar. Şöyle bir geçmişe dönmek gerekirse bu konu üzerinden başarıya ulaşan yapımlar arasında Terminator 2: The Judgment Day, 28 Days Later, I Am Legend ve The Book of Eli'ı sayabiliriz. Şimdi bunlara bir de The Road ekleniyor.
The Road kıyamet sonrası dönemi anlatan yapımlar arasında kullandığı yöntem ile çok farklı bir noktada yer ediyor. No Country For Old Men'in yazarı Cormac McCarthy'nin aynı adlı romanından uyarlanan filmde bir baba ile oğulun hayatta kalma mücadelesi sunuluyor. Neyin sebep olduğunu asla öğrenemediğimiz bir yıkım var yeryüzünde. Bunalım günleri gökyüzüne rengini veren gri tonlardan ciğerlere çekilebiliyor. İnsanlar gruplaşmış... İyi taraf ve kötü taraf olmak üzere... Yalnız diyalektiğin kökleri ile yine burada tanışıyoruz. "Kötü taraf" kendine göre iyiyken, "iyi taraf" yine kendine göre kötüdür. Her iki tarafın da hayatta kalma anlayışı zıttır. Bir nevi "Yin Yang" mevzusu... Her şeye sıfırdan başlayan insanlar da cabası.
Yönetmen John Hillcoat pek tanıdığımız bir isim değil. Ancak öyle görünüyor ki artık mütemadiyen işiteceğiz adını. Filmin görüntü yönetmeni ile çıkardıkları uyumlu iş atmosfere yansıyor ve bu film boyunca hissedebileceğiniz en yüksek duyguyu oluşturuyor. Hillcoat'un oyuncu seçimleri ise müthiş. The Lord of the Rings'in yıldızı Viggo Mortensen'e Charlize Theron, Robert Duvall, Guy Pearce ve çocuk oyuncu Kodi Smit-McPhee eşlik ediyor. Özellikle Mortensen'i Aragorn haline benzer bir kılıkta görmek hayranlarını mest edebilir.
The Road'un benzerlerinden farklı bir noktaya konuşlandığını belirtmiştim. Bir kere çok soğuk resmedilen bir kıyamet sonrası senaryo var. Soğuk dediysem, nasıl anlıyorsanız o. Etraf yanıp kül olmuyor. Aksine güneş bir gün olsun yüzünü göstermiyor. Bu soğukluk karakterlere ve filmin atmosferine de yansımış. 110 dakika boyunca bu tip filmlerden beklenen aksiyon dozu yüksek sahne neredeyse hiç yok. Durgun akan bir dereden farksız seyrediyor film, ama en sonunda her akarsu gibi yatağını buluyor. İzleyiciyi bir oyun tahtasının orta yerine atıyor. Geçmişte ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz yok. Tek yapmanız gereken yolu takip etmek. İki rehber var önünüzde... Güvenip güvenmemek elinizde.
Gerçekten de kıyamet kitaplarda yazanın aksine daha derin bir noktada hapsolmuş olabilir mi? Zamanda mesela... İlgimizi çeken hikâyelerden biridir Atlantis. Zamanının ötesinde bir teknolojiye sahip olan, günü gelip sular altında kaldığına inanılan Ege'nin o meşhur kıtası... Ya da miladın çok öncelerinde astroloji ve mimari konusunda bugün bile zor erişilebilmiş bir noktaya bayrağı diken Maya uygarlığı... Peki ya binlerce yıl evvel üst üste konulan tonlarca ağırlıktaki kaya kütlelerinin oluşturduğu piramitler? "Bilmiyorum, ama bir güce inanıyorum" der bazıları. Sözü edilen güç bu mudur? "Her insanın ölümü kendi kıyametidir." Öyledir belki... Belki bildiğimiz her şey yanlıştır. Belki aslında bildiğimiz tek şey gerçekten de hiçbir şey bilmediğimizdir. Sonrasında sadece doğmamışlık hissi vardır, her şey karanlıktır...
Yazılan çizilen, kulaktan kulağa aktarılan o hikayelerde bir gerçeklik payı olabilir mi? Atlantis gerçekten batmış, yıllar sonrasının teknolojisini piramitlerin duvarlarına kazımış Mısır uygarlığı yok olmuş, dünya kendine "reset atmış" olabilir mi? Bir oyun gibi düşünelim. "Level" adı verilen aşamalar yok mudur bilgisayar oyunlarında. En level'a ulaştığınızda karakteriniz de mutasyonunu tamamlamıştır. Gidebileceği başka yer yoktur, daha fazla da koyamaz üzerine. Son görevini tamamlar ve gider. Oyunu tekrar açtığınızda her şeye baştan başlarsınız. Gibi... Ben açıklayamıyorum Piramitleri, Mayalar'ı ve fazlasını... Hollywood da çok kafa yoruyor bu konu üzerine ben gibi. Benden farklı olarak yaptıkları tek şey açıklayabilmek için çaba sarf etmeleri. Sinema yoluyla...
Kıyamet sonrası ile ilgili çok fazla kitap yazdı bilimkurgu edebiyatçıları. Farkında olmadan Hollywood'a senaryo hazırladılar aslında. Büyük film şirketleri ve yönetmenler kendi yaratıcılıkları ve hayalgüçlerinin de yardımıyla izleyiciye alternatif sonlar sundular ve buna devam da ediyorlar. Şöyle bir geçmişe dönmek gerekirse bu konu üzerinden başarıya ulaşan yapımlar arasında Terminator 2: The Judgment Day, 28 Days Later, I Am Legend ve The Book of Eli'ı sayabiliriz. Şimdi bunlara bir de The Road ekleniyor.
The Road kıyamet sonrası dönemi anlatan yapımlar arasında kullandığı yöntem ile çok farklı bir noktada yer ediyor. No Country For Old Men'in yazarı Cormac McCarthy'nin aynı adlı romanından uyarlanan filmde bir baba ile oğulun hayatta kalma mücadelesi sunuluyor. Neyin sebep olduğunu asla öğrenemediğimiz bir yıkım var yeryüzünde. Bunalım günleri gökyüzüne rengini veren gri tonlardan ciğerlere çekilebiliyor. İnsanlar gruplaşmış... İyi taraf ve kötü taraf olmak üzere... Yalnız diyalektiğin kökleri ile yine burada tanışıyoruz. "Kötü taraf" kendine göre iyiyken, "iyi taraf" yine kendine göre kötüdür. Her iki tarafın da hayatta kalma anlayışı zıttır. Bir nevi "Yin Yang" mevzusu... Her şeye sıfırdan başlayan insanlar da cabası.
Yönetmen John Hillcoat pek tanıdığımız bir isim değil. Ancak öyle görünüyor ki artık mütemadiyen işiteceğiz adını. Filmin görüntü yönetmeni ile çıkardıkları uyumlu iş atmosfere yansıyor ve bu film boyunca hissedebileceğiniz en yüksek duyguyu oluşturuyor. Hillcoat'un oyuncu seçimleri ise müthiş. The Lord of the Rings'in yıldızı Viggo Mortensen'e Charlize Theron, Robert Duvall, Guy Pearce ve çocuk oyuncu Kodi Smit-McPhee eşlik ediyor. Özellikle Mortensen'i Aragorn haline benzer bir kılıkta görmek hayranlarını mest edebilir.
The Road'un benzerlerinden farklı bir noktaya konuşlandığını belirtmiştim. Bir kere çok soğuk resmedilen bir kıyamet sonrası senaryo var. Soğuk dediysem, nasıl anlıyorsanız o. Etraf yanıp kül olmuyor. Aksine güneş bir gün olsun yüzünü göstermiyor. Bu soğukluk karakterlere ve filmin atmosferine de yansımış. 110 dakika boyunca bu tip filmlerden beklenen aksiyon dozu yüksek sahne neredeyse hiç yok. Durgun akan bir dereden farksız seyrediyor film, ama en sonunda her akarsu gibi yatağını buluyor. İzleyiciyi bir oyun tahtasının orta yerine atıyor. Geçmişte ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz yok. Tek yapmanız gereken yolu takip etmek. İki rehber var önünüzde... Güvenip güvenmemek elinizde.
Comments (0)
Yorum Gönder