My Confession

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 18:55

0


Efkârım Birikti Sığmaz İçime

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:20

0


Hâlden anlayan bir avuç adamdan biriydi Ferdi Özbeğen.

Hepimiz biliyoruz/dinliyoruz o afili yabancı grupları, rock müzik yıldızlarını ama bazen acılarımız, dertlerimiz, anılarımız öylesine depreşiyor ki kesmiyor artık o müzikler ve biz çareyi halimizden en çok anlayacak olanların yüreklerine ruhumuzu teslim etmekte buluyoruz. Bir dönemin piyanist şantörlerini, "baba" müzisyenlerini ve daha pek çoklarını bedenen olmasa da sesleriyle konuk ediyoruz rakı sofralarımıza.

"Gibi yapanlar" çoğaldıkça samimiyetinden zerre şüphe etmediğimiz ve her daim hâlimizden anlayan o güzel insanlar hızla ayrılıyor aramızdan. Sofralarımızdaki yerleri ise daimi, budur aslında önemli olan.

Ruhun şad olsun sahici acılarımızın her daim ortağı...

Alıntı #8

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 12:15

0

Futbol Ateşi (S:13)

Pazartesi Notları #127

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 14:00

0

  • Grup Yorum konserine gitmenin cezası 21 yılmış. Bu demek oluyor ki konsere gitmek çocuğa tecavüzden çok daha ağır bir suç.
  • Pınar Selek de üç defa beraat ettiği davadan müebbet yedi. Yargı açık açık "bakın kaderiniz bizim elimizde, biz ne dersek o" mesajı verdi.
  • Her kış kar kıyamet koptuğunda Antalya veya Bodrum sahillerine bağlanıp denize giren, parklarda uzanan insanları haber yapmaktan bıkmadık bir türlü.
  • Yani her sene kendini tekrar eden haberleri, kendi ağzına işeyen maymunları, insanı ısıran köpekleri çıkarsak ana haber bültenlerimiz çok rahat 15 dakika sürecek.
  • Geçtiğimiz hafta başbakanın ağzından "Ya sev ya terk et" çıktı. Hem halklar arasında barış mücadelesi verip, hem de beğenmeyeni dışlamak nasıl bir mantık çerçevesine oturuyor, ben çözemedim.
  • Birgül Ayman Güler'e ne demeli? Kendisinin söylemleri sadece bu ülkede değil, her yerde demokrasiye inanmamak için çok açık bir neden. Dünyanın neredeyse tamamı seçilmişlere görev verdikleri, onların da kendilerini temsil ettiği yanılgısı içinde... Bunda suç biraz da bizde. Kimse seçeceği insanı tanımıyor, tanımaya çalışmıyor. Öyle olsaydı bugün Birgül Ayman Güler ve onun gibilerinin Meclis'te işi olmazdı.
  • İzmirli kafası diye bir şey de var. Buna bir ara değinirim.
  • Yeni bakan atamalarında en çok göze çarpan isim Muammer Güler oldu. Dink cinayetindeki tutumunun üstüne Ogün Samast'ı bakanlık müsteşarlığına atamak yakışırdı devletimize.
  • Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'inin zamanının ne denli ötesinde bir distopya olduğunu geçtiğimiz hafta başında bir kez daha gördük. Bilmeyene kısaca özetlemek gerekirse; son derece baskıcı bir rejimde kitaplar yasaklanmıştır ve itfaiyenin görevi artık söndürmek değil yakmaktır; kitapları yakmak. Galatasaray Üniversitesi'nde çıkan yangını karadan ve denizden müdahale etmesine rağmen saatlerce kontrol altına alamayan itfaiye de bundan farklı bir şey yapmadı. Çoğunluğu başka bir kopyası dahi bulunmayan kitaplardan oluşan 6000 kitaplık kütaphane yandı, bitti, kül oldu.
  • Best.fm olmasaydı Gökhan Özen'in Farzet yorumu bu denli etkili olmazdı.
  • Yekta Kopan da ne samimiyetsiz adam yahu.
  • Bu ülkede hiç mi güzel şey olmaz diye soran kişi, hey, sana söylüyorum; hayır, olmaz.

24 Ocak

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:40

0


"Hani herkes arkadaş
hani oyunlar sürerken
hani çerçeveler boş
hani körkütük sarhoş gençliğimizden
hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
eskidendi, eskidendi, çok eskiden..."

Gözyaşlarının Kırık Hikâyesi

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:00

0



Bir pansiyona şarkı yapıp, şarkıya pansiyonun adını verip üstüne bir de dinleyenin ağzına sıçabilecek birisi varsa o kişi Nazan Öncel'dir. Omzunda ağlayabilir miyim Sayın Öncel?

Pazartesi Notları #126

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:25

0

  • Bu yaşıma geldim hâlâ çocuk gibi çikolata/tatlı tüketiyorum. Artık bu durum öyle bir hâl aldı ki önünü alamıyorum. Metabolizmamın isyan etmesi yakındır.
  • Epeyce uzun bir aranın ardından yeniden Worms Armageddon oynamaya başladım. Bunca yıl sonra bile ara ara yeniden oynatabiliyorsa kendini zamanının çok ötesinde olmasındandır.
  • Reklamlarda "Aşım var" diye haykıran çocuklar insanı çocuktan usandırır.
  • Çocukluğumuzdan bu yana aşina olduğumuz bazı yüzlerin aramızdan hiçbir zaman ayrılmayacağını düşünürüz zaman zaman. Bu Barış Manço'da da böyleydi Kemal Sunal'da da... Her ne kadar arkalarında bıraktıkları eserlerle biz onları hâlâ yaşayabiliyorsak da oralarda bir yerlerde olmadıklarını bilmek biraz buruk kılıyor insanı. Mehmet Ali Birand da o yüzlerden biriydi. Ne zaman kendimi bilmeye başladım bilemiyorum ama o vakitten bu yana neredeyse her gün bir şekilde sesi kulağımıza çalınan bir karakterdi. Bu vesileyle yaşam ile ölüm arasındaki en küçük ayrıntının da bilinen geçmiş zaman ekinden ibaret olduğunu bir kez daha kavramış bulunuyorum. Neyse... Sosyal medyanın popülaritesini artırmasıyla mertlik kavramının zedelendiğinden dem vurulur ya hani Birand'ın vefatının ardından sosyal medya mecralarını takip edenleri pek de hoş olmayan yorumlar karşıladı. Anadolu uygarlığı kendisini var eden değerlere yüz çevirir oldu. Bu topraklarda düşman da olsa vefat edenin evine taziye ziyaretine gidilir, bir felaket için "düşmanımın başına vermesin" temennisinde bulunulur, hepsinden öte ölünün ardından konuşulmaz; her daim "iyi bilinir..." Demem o ki; ölmüş birinin ardından  "toprağı bol olsun" demek varken neden insanlar taziye mesajlarına ısrarla "Sevmezdim ama..." ile başlar ki?
  • Demirkırat ve 12 Eylül belgesellerini ilgiyle takip ettiğimi hatırlıyorum. Bugün Soner Yalçın ve Can Dündar gibi isimleri beğenerek takip ediyorsam bunda da payı vardır. Ayrıca büyük de bir Galatasaraylı'ydı... Ben kendi adıma hep iyi hatırlayacağım. Ruhu şad olsun.

Wrong Side of the Wrong Page

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0



"Kadınların özelliği ne biliyor musun? Seni sen yapan özelliklere aşık olup, sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar."

Yağmur Yağar Taş Üstüne

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:30

0



"...mevlam kulu, sevdim seni..."

The Happiest Day of Our Lives

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:05

0

Gülmek lüks bir şeydir... En azından bunu biliyoruz. Aynada gördüğümüz maskelerden ibaret olabiliriz tabii ama peki ya aslında tüm gerçekliğimiz olan iç dünyamız ne diyor bu duruma? Nihayetinde rüyaları bile siyah-beyaz olan varlıklarız. Tüm bu renksizliğin orta yerinde, milyarlarca et yığınının arasında oralarda bir yerdeyiz; her adımınızda farkında olmadan yanından geçip gittiğiniz o kişiyiz. Harekete duyarlı ampulün bile hissedemeyip, aydınlatamadığı yerdeyiz. Hey, bakın bu tarafa; bizi göremeyeceksiniz! Çünkü biz mutsuz insanlarız ve var olmanın o mutlak hafifliğine dayanamıyoruz.

Alıntı #7

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:00

0

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (S:84)

Pazartesi Notları #125

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • Kış geldi ya ne kadar montum varsa hepsinin de cebini kontrol ettim ve para bulamadım. Normal şartlarda bir sene önce o montlardan birinde para unutmuş olmam gerekiyordu.
  • Dexter'ın yedinci sezonu sonlandığından beri izleyecek bir şey bulma konusunda sıkıntı yaşıyorum. How I Met Your Mother, Supernatural ve The Walking Dead'in sezon arası verdiğini de hesaba katarsak... Game of Thrones başlasın da hele bir.
  • Bu arada geçtiğimiz cumartesi günü Dexter'ın final sezonunun eylül ayından haziran ayına çekildiği müjdesini aldık. Dexter'a beklenenden üç ay daha erken kavuşacağımız anlamına geliyor bu. Mayısta Game of Thrones'u bitirip, Dexter'a başlarız artık. Güzel bir süreç olacak.
  • O değil de Buz ve Ateşin Şarkısı'nın üçüncü cildi olan Kılıçların Fırtınası'nın finalinden sonra favori karakterimin neden Tyrion Lannister olduğuna bir kez daha cevap bulmuş oldum. Lannisterlar'dan günahım kadar nefret etsem de en sevdiğim karakterin bu aileden çıkmış olması da ilginç gibi görünebilir ama hiç de öyle değil.
  • "That was the worst thing you could have said, sweetling."
  • Telefon taşıyan ama telefon kullanmaktan hiç ama hiç hoşlanmayan biriyim. Öyle ki evde bulunduğum zamanlarda genellikle telefonun sesini kapatıp bir köşeye atarım. Daha sonra arayan numaralara fazlasıyla geri dönmemekle ünlüyüm. Sevmiyorum telefon konuşmalarını. Tabii gelen arama hayat memat meselesi de olabilir ama şu güne kadar olmadı çok şükür. Eş dosttan gelen "bir sesini duyalım dedik" temalı konuşmalara da hiç katlanamıyorum. Sırf bu huyum yüzünden pek çok yakın arkadaşımla arama mesafe girdi maalesef. Bu demek değil ki ben onları sevmiyorum, artık onlara değer vermiyorum... Zorda kalsalar yine koşa koşa giderim ama işte sevmiyorum, sevemiyorum bir türlü formalite telefonları. Ha, siz şimdi derseniz ki "Telefonlarına bile bakmadan zorda olup olmadıklarını nereden bileceksin?" yemin ediyorum gider duvara kafa atarım. Demeyin o yüzden.
  • İnsanın girdiği her evde o eve ait kokuyu algılayabilmesi fakat kendi evine ait kokuyu bir türlü algılayamaması...
  • Kim Milyoner Olmak İster'in samimiyetine kesinlikle inanmıyorum.
  • Mario Levi de Twitter'a gelmiş.
  • "Bence temelde ikimiz de dinsiziz. Sadece ben, senden bir tane fazla dini daha reddediyorum. Sen diğer tüm olası dinleri neden reddettiğini anladığın zaman, benim de neden senin dinini reddettiğimi anlarsın." demiş Stephen Roberts.
  • Kış da iyiden iyiye kendini hissettirmişken herkes içlik giyse HES'lere gerek falan kalmaz.
  • "Durdum baktım arkandan, sen giderken
    bana bir hoşça kal bile demeden, giderken
    İnsan neler duyar anladım o zaman
    can alıp başını benden giderken"


    Ataol BEHRAMOĞLU

Yaprak Döker Bir Yanımız...

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 01:30

1



Biz bilmiyor muyuz sanıyorsunuz o yabancı şarkıcıları ya da afili grupları? Gelin görün ki acılarımız, dertlerimiz öylesine sahici ki kesmiyorlar bir süre sonra ve biz dönüp dolaşıp yine halimizden en iyi anlayacak olanların yüreklerine teslim ediyoruz ruhumuzu.

"...bir yanımız bahar bahçe"

Bodies and Minds

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0

Olağan kış yürüyüşlerimden biri... Hani şu geceleri yapmaktan keyif aldığım yok mu, hah, işte o. Trençkotun cebinde kendilerine yer bulan ellerime sorsam muhtemelen bir çift eldivenin içinde olmayı tercih ederlerdi. Yeşil denizkızının kapitalist davetine karşılık vermektense kahveye krema ve şekerden ziyade tabelasındaki "since 1973"ü de ekleyen şehrin artık eski popülaritesinden uzak pastanesine uğradım. Siparişimin hazırlanmasını beklerken fark ettim arkamdaki masada başlamaya yüz tutmuş tartışmayı. Merakıma yenilip, arkama yaslandım. Sesler belli ki 18-20 yaş aralığındaki iki sevgiliden geliyordu.

"Eskisi kadar sevemiyorum seni" dedi biri, "hislerim çok farklı artık."

Eskisi kadar... Ne kadar eski olabilirdi ki? Haddim olsaydı, döner sorardım. Hazır kahvem de gelmişken dikkatimi kendi masama vermeliydim artık. İnsanlar birbirlerini bu kadar çabuk mu tüketiyorlar artık? Hislerimi, tutkularımı, duygularımı ben de çabuk tüketirim ama peki ya insanları? Gıcırdayan sandalyenin teki iç muhasebemden alıkoydu bir anda. "Buraya kadarmış H." dedi üstüne basa basa ve çıktı gitti. Başımı çevirip H'nin hâline bakmaya korktum. O tükenmişlik anında bir yanımın tükeneceğinden belki de... Hafiften bir küfür ve onu takip eden mırıldanmayı duydum:

"Buraya kadarmış" dedi, "yüreğime basa basa..."

Do They Have To?

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:40

0



Bilmez insan bazen söylemesi gerekeni. Böyle anlarda sormalı belki de Cem Adrian'a...

Siz bilmeseniz de o bilir mutlaka.

Polyethylene

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:50

0

"Bir çikolata kadar yoksun" dedi bir zaman sonra.

"Çikolata bile beni daha mutlu ediyor" demekti bu nazarımda.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 82

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

"When you are young, your potential is infinite. You might do anything, really. You might be Einstein. You might be DiMaggio. Then you get to an age where what you might be gives way to what you have been. You weren't Einstein. You weren't anything. That's a bad moment." 

True Love Waits

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 01:15

0



Biraraya gelen mısralar öylesine büyülü bir bütünlük oluşturuyor ki birkaç tanesini cımbızlamak diğerlerine haksızlık ve ben bu gece haksızlık yapmaya karar verdim.

"I'm not living
I'm just killing time"
 


...ve tabii ki bir yerlerde "true love waits..."

The Station Agent

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:00

0

Dostluklar, korkularımızı ve yalnızlığımızı bir süreliğine de olsa defedebilmek ve hayatın bir anlamı olmadığı düşüncesinden uzaklaşabilmek için bulunmaz bir nimet hiç kuşkusuz. Bir dostla oturup yemek yemek, denize karşı oturup muhabbet etmek, uzun bir yürüyüşe çıkmak yalnızlığımızın bize dayattığı huzursuzluğu ve gündelik hayatın keşmekeşini bir kenara itebilir. Şöyle bir bakınca temasını dostluk ve sadece dostluğun çare olabileceği sorunlar üzerine kuran çok fazla film olmadığını görüyoruz. Bu tip filmler bütünden çok detaya odaklanmasıyla bir bakıma sinemanın diğer türlerinden ayrılıyor. Bu yazının öznesi olan The Station Agent (2003) izleyene hayatın içinden bir dilim pasta sunar gibi yapan az sayıdaki dostluk ve onun getirileri üzerine filmden biri. Zaten filmin ülkemizde "Hayatın İçinden" adıyla yayınlanmış olduğunu da bu noktada antrparantez belirtmek gerek. İlk yönetmenlik ve senaristlik denemesini bu filmle yapan aktör Thomas McCarthy, elindeki çok kısıtlı bütçeye rağmen (500 bin $) raydan çıkmış üç hayatın öyküsünü müthiş bir şekilde anlatmış.

Toplumun farklı kabul ettiği ama aslında her birimiz kadar farklı olan bireylerin gündelik hayatta nasıl hor görüldüğüne şahitlik etmek için sinemaya ihtiyacımız yok. Fakat sinema insanların şekli, rengi, dini, ırkı gibi temel ayrımlar üzerinden nitelenmelerine karşı dikkat çekebilmek adına önemli bir rol oynuyor. Bu bağlamda The Station Agent'da filme önderlik edenin hayatının hiç beklemediği bir döneminde edineceği dostluklarla belki de farkında dahi olmadan kalıplarını kıracak olan bir cüce olduğunu görüyoruz.
Emekliliğinin ardından trenlere olan aşırı merakının da etkisiyle model trenler satan bir mağazada çalışan, yalnız, içine kapanık ve hor görüldüğü dış dünyaya kendisini kapatmış bir karakterdir Finbar McBride (Peter Dinklage). Aynı zamanda öykünün merkezinde yer alır. Yanından geçen insanların fısıltılarına, kendisiyle neredeyse aynı boya sahip çocukların iğneleyici esprilerine katlanmak zorundadır. Tren takibi yapanların filmlerini izlemek hoşuna gittiği kadar yalnızlığına yalnızlık da katmaktadır. Çünkü küçük bir adam olması dolayısıyla araç kullanamamaktadır ve bu mümkün olsaydı bile kayıt yapabilmesini sağlayacak bir kamerası yoktur. Bir gün çalıştığı dükkanın sahibi yığılıp kaldığında bu aynı zamanda artık bir işinin de olmadığı anlamına gelmektedir. Neyse ki dükkan sahibi Fin'e New Jersey'deki bir kırsalda bulunan bir istasyon binasını miras olarak bırakmıştır. Artık elinde sadece bir bavul ve önünde adım adım arşınlanması gereken raylar vardır...

Mirasına ulaştığında fark eder ki bölgedeki yerleşim sayısı bir hayli düşüktür. Öyle ki yeni evine yerleştiğinde telefonun çalışmadığı, suyun akmadığı ve elektriğin olmadığı gerçeğiyle yüzleştiği kadar sahip olduğu tek şeyin bir köşedeki kanepe olduğunu görür. Yine de bu ıssız yerde bile yalnızlığını bozabilecek birilerinin olduğunu öğrenmesi için fazla beklemeyecektir. Sabah uyanıp dışarı adım attığında birkaç metre ötede park etmiş bir hot-dog aracı görür. Araçla ilgilenen Joe (Bobby Cannavale) bir hayli meraklı, meraklı olduğu kadar da geveze biridir. Hasta olan babasının yerine araca bakmaktadır. Neredeyse hiç müşterisi olmayan bir hot-dog aracı... Fin hiç istemese de bir anda yanından neredeyse hiç ayrılmayan, galesiz bir arkadaşa sahip olmuştur.

Ve tabii ki Olivia (Patricia Clarkson)... Filmin çevrelerinde döndüğü üç karakterden bir diğeri... Fin ve Joe kadar mutsuz, ayrıca agresif olan Olivia aynı zamanda Joe'nun hot-dog karavanının da daimi bir müşterisidir. Fin ile tanışıklığı da aracıyla Fin'i ezme tehlikesi yaşadığı ana denk gelmektedir.
Hikâye ve filmin yerleştiği çerçeveye biraz ara verip oyunculara biraz değineyim. Parlak ve yapaylıktan uzak bir performans çizmek her aktör/aktrist için kolay değildir. Hal böyleyken özellikle Peter Dinklage'in derinden gelen dikkat çekici sesi, iyi oyunculuğuyla harmanlanınca ortaya izleyicide bariz farkındalık hissi yaratan bir performans çıkmış. Dinklage'ın hayat verdiği Fin duygularını belli etmekten çok uzak ve çözülmeyi bekleyen bir bilmece misali filme akıyor. Clarkson ise oğlunu kaybetmiş olmaktan duyduğu üzüntüyü derin bir şekilde yaşayan Olivia'ya ustalıkla can vermiş. Cannavale'in Joe'su ise filmin görünürde yaşayan tek karakteri. Kendisini hasta babasıyla sürekli irtibat halinde tutan telefondan arta kalan vakitlerde çocuklarla oynayabilecek ruh halini her zaman üzerinde bulabiliyor. Öyle ki Fin ve Olivia'nın bir dönüm noktasına erişmesinde payı büyüktür.

The Station Agent ile ilk yönetmenlik/senaristlik sınavına soyunan oyuncu Thomas McCarthy ise bu ilk çalışmasında her yerinden buram buram harap olmuşluk kokusu yükselen küçük bir kasabadan hissiyatın bol olduğu bir insan hikâyesi çıkarmış. Hayatlarının sıkıcılığında bir cazibe bulmayı başaran üç insanın hikâyesini senaryoda yapmacıklıktan uzak durmayı başararak kotarmış. Müzik seçimleri de tam bir indie filmin havasına yakışacak cinsten.
Büyük resme baktığımızda yalnızlıklarının duvarlarını ancak dost olduklarının ve birbirlerine sahip olduklarını anladıkları andan itibaren kırabildiklerini fark eden toplumdan bir şekilde soyutlanmış üç insanın öyküsünü görüyoruz. İlk bakışta gayet sıradan görünebilen bir filmken ilerledikçe anaakım Amerikan sinemasından nasıl da farklılaştığını ve ağızda bir parça çikolatanın bıraktığı gülümseten tadı bıraktığını görüyoruz. En nihayetinde farklı insanların birbirlerinin değişik yönlerinde huzur bulabilecekleri mesajı veriliyor. Pek çok filme göre bitmemesi gereken bir yerde ama filmin sahip olduğu ruh dolayısıyla tam da akıp gittiği haliyle bitmeyi bilen bir film yapmış Thomas McCarthy. İşin ucunda Özdemir Asaf ile zıt düşmek olsa da belirtmeden edemeyeceğim, yalnızlık paylaşılınca da yalnıztır.

Pazartesi Notları #124

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 10:00

0

  • Geçtiğimiz haftanın en dikkat çeken gündem maddesi hiç şüphe yok ki Fareler ve İnsanlar ile Şeker Portakalı adlı kitaplar hakkında açılan soruşturmalardı. İşin çok daha vahim kısmı Fareler ve İnsanlar'ın öğretmenler tarafından "uygunsuz" bulunmasıydı. Şeker Portakalı'nın da bir çocuk kitabı olduğunu unutmamak gerek. Bununla kalmasınlar... Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı insanları tembelliğe ve boşvermişliğe ittiği için, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'i prenses öpülerek uyandırıldığı için - ki hafifçe dürtülseydi uyandırılmaya yeterdi - Küçük Prens'i Atatürk'ü diktatör olarak gösterdiği için ve Fahrenheit 451'i de yakın gelecekti Türkiye hakkında ipucu verdiği için yasaklamalılar. Hatta Fahrenheit 451'i toplatıp yakarlarsa daha bile ironik olabilir.
  • Geçtiğimiz günlerde bir ilkokulun bahçesine asılan "Değerlerimiz" tabelalarına şahit oldum. Millet olarak değerlerimiz arasında "vatanseverlik, kadirşinaslık, insan sevgisi vs..." yer alıyormuş. Rastlayan?
  • Nescafe dediğimiz içecek bence en iyi içecekler arasında ilk bire rahatlıkla girer.
  • Her sene olduğu gibi bu sene de yılbaşı çığırkanları dört bir yandan fırladılar. Taksim'in orta yerinde secdeye kapananı da vardı, mahalle sakinleri imzasıyla "Ey Müslümanlar, Hristiyanlara ait yılbaşını kutlamayalım" pankartı hazırlayanlar da... Başımız ağrıdığında Hristiyan'a ait Aspirin'i içelim, Hristiyan icadı otomobille yolları kısaltalım ama Hristiyan'a ait(!) yılbaşını kutlamayalım. Tamam, onu şeyapalım bi' ara...
  • Şanlıurfa'daki bir ilköğretim okulunda bulunan 133 öğrencili sınıfı görmeyen/duymayan kalmamıştır sanıyorum. "Eğitimde tablet devri"ne girdik, gözümüz de boyandı bir güzel, eyvallah, ama şu öğrencilerin öncelikleri başka be devletlim! Doğu illerinde eksi bilmemkaç derece soğukta artık hurdaya dönmüş pencerelere ve kapılara sahip okullar tableti ne yapsın?
  • Last.fm 15 Ocak tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Amerika kıtası dışında kalan ülkelere internet radyosunu kapatacağını bildirdi ve bizleri çok üzdü.
  • Eski kitap kokusu diye bir şey var.
  • Elektrikli sobanın durduk yere "çııınn" diyerek ses çıkarması dünyanın en korkunç şeylerinden biri.
  • Devrik cümlelerin kulağa kurallı cümlelerden daha güzel geldiği de bir başka gerçek.
  • "Şimdi kılıksızım, fakat
    borçlarımı ödedikten sonra
    ihtimal bir kat da yeni esvabım olacak
    ve ihtimal sen
    yine beni sevmeyeceksin.

    Bununla beraber pazar akşamları
    sizin mahalleden geçerken,
    süslenmiş olarak,
    zannediyor musun ki ben de sana
    şimdiki kadar kıymet vereceğim?"


    Orhan VELİ

Ölüme Yakın

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:05

0

...

Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
kötülükten gayrı?

Ölünce kirlerimizden temizlenir,
ölünce biz de iyi adam oluruz;
şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
hepsini unuturuz.


Orhan VELİ

The Walking Dead: The Game

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:15

0

Sevdiği dizileri bile hafta hafta beklemeye dayanamadığı için aylarca bölümlerini biriktiren ve sonra hepsini arka arkaya izlemeyi tercih eden bir bünyem var. Aynı şeyi bu oyun için de yaptım mesela. PSN'de 5 oyunun tamamını 39 TL'ye satın aldım ve geçtiğimiz günlerde son noktayı koydum. Öncelikle belirtmeliyim ki Point-and-Click türü oyunlara çocukluğumdan beri aşinayım. Öyle ki yıllar yılı Escape from Monkey Island, Broken Sword, Sanitarium, Dracula Resurrection, Heavy Rain ve daha birçok efsane oyunun bendeki yeri ayrıdır. Şimdi rahatlıkla söyleyebiliyorum ki The Walking Dead: The Game'i de artık saydığım oyunlardan ayrı tutmayacağım.

Bir kere çok iyi bir senaryo var elimizde. Hatta biraz ileri gidip senaryonun diziden de çizgi romandan da - ki her ikisini de takip ediyorum - bir adım ötede olduğunu iddia edebilirim. Bunun dışında karakterleri sahiplenme olayı bu oyunu taşıyan etkenlerden belki de en önemlisi. Oyun ilerledikçe bunu daha fazla hissediyorsunuz ve kendinizi ana karakter Lee'nin yerine koyuyorsunuz. Vereceğiniz cevapları, alacağınız kararları bilfiil kendiniz olarak veriyorsunuz. Yani basbayağı empati yapıyorsunuz.
Peki oyun geriyor mu? Bu konuda şunu söyleyebilirim: Zombileri indirmemiz gereken anlar, sorulan sorulara cevap vermemiz gereken o dar zamanlar kadar germedi beni. Her ne kadar bazı sahneler siz ne yanıt verirseniz verin olacağına varsa da bazı sahnelerde vereceğiniz cevaplar kafanıza kurşunu yemenize sebebiyet verebiliyor. Kaldı ki tüm bir oyun boyunca hem oynayıp hem de yanımda oturan kardeşime diyalogları çevirmek zorunda kaldığım için bazı yerlerde aceleyle yanlış cevaplar vermek ya da yalanlar söylemek zorunda kaldım. Bu da ayrı bir keyif katmadı değil tabii.

Yanlış hatırlamıyorsam Heavy Rain'de farklı kombinasyonlar denenerek toplam 17 farklı son izlenebiliyordu. Heavy Rain gibi büyük bütçeler harcanarak yaratılmış bir yapımla kıyaslamak bu oyuna haksızlık olur ama keşke bir iki tane de olsa farklı finale ulaşma imkânımız olsaydı. Bu haliyle çok trajik oldu. Nihayetinde ağlamadım belki ama boğazımda bir yumru hissettim.
The Walking Dead: The Game çizgi romanın vermek istediğini çok iyi veren bir oyun. Takip edenler bilir, Kirkman'ın yapıtı pek çok zombi hikâyesinden ayrı bir çizgide yürür. Bu evrende ölüden çok yaşayandan korkmak gereklidir ki zaten bunu serinin adında da çok açık bir şekilde görürüz. Çizgi romanın ana karakteri Rick Grimes bir zaman sonra Yürüyen Ölüler'in zombiler değil, yaşayanlar olduğunu dile getirir. Post-apokaliptik bir zamanda insanları bekleyen tek bir net düşmanın olması beklenemez nihayetinde. Ana bir tema ve o tema üzerinden şekillenen ayrıntılar belirler her hikâyenin akışını.

Bitirmeden önce değinmem gereken bir ayrıntı daha var ki o da oyunun sonunda çalan parçayla ilgili. Oyun boyunca da atmosfere uygun çok iyi müzikler bize eşlik etti ama bu finaldeki parça hüznü ikiye katladı. Daha önce Metal Gear Solid'in sonunda çalan The Best is yet to Come, Metal Gear Solid 3: Snake Eater'ın sonunda çalan Starsailor imzalı Way to Fall ve Red Dead Redemption'da çalan Compass ile Deadman's Gun aynı etkiyi bırakmıştı bünyemde.

Video Games Awards tarafından 2012'de Yılın Oyunu seçilmiş bir yapım ama, hakkını vermek gerek, bir oyundan çok daha fazlasına sahip. Abartıp; "Bu bir sanat eseri" diyor ve kaçıyorum.

Eski Yıl Sona Erdi, Sikko Bir Yeni Yıl Geldi

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:00

0

İnsanoğlu olarak garip varlıklarız. Mutlulukla, ışık gösterileriyle karşıladığımız her yeni yılı 365 gün sonra küfrederek uğurluyoruz. Çocukluğumuzda yerli malı haftasına elimizde Coca-Cola'yla gelen tiplerdik biz. Bir öğretmen de çıkıp "Yavrum bu yaptığın bıdı bıdı yerli malı haftasına ters" demedi ya la! Mutlu olmamamız gereken şeylerle mutlu olmamızın sebebi o yıllar yani. Biraz daha derine inip irdelemek gerekiyor.

"Çok acımasızdın be 2005! Bir defol git artık!"

"Sen de yıl mısın be! 2010 gel artık n'oluuuur..."

"Hep mi bana lan 2012, hep mi bana? Siktir ol git bir zahmet!"

He canım he, okuyup üflediğimiz tüm lanetleri, tüm kötü ruhları içine tıkıştırdığımız yıl gidince her şey de güllük gülistanlık olacaktı zaten. Peki ya anılar? Giden yıl onları da götürüyor mu giderken? Çeyrek asırı iki sene evvel devirmiş olan ben mesela... 2012'de hayatımın ilk büyük kaybını yaşadım. Toprağın altına çok sevdiğin bir bedeni - ama yalnızca bedeni - yerleştirip, üzerine de iki tahta çakıp, kapatıp gitmek ne demekmiş onu öğrendim. Tüm suçu 2012'ye atmayı seçebilirim. Ne de kolay olurdu...

Her eskiyen yılı küfürlerle uğurlayıp, yenilerini övgülerle ve iyi dileklerle karşılamaya programlanmış biri değilim. Öyleleri de bir zahmet eskisine küfür ederken, sarılıp sarmaladıkları yenisini - çok değil - 365 gün sonra lanetler okuyarak uğurlayacaklarını unutmasınlar.

Azıcık samimi olun yahu!

(Hadi bu da benden size olsun, ilkokul öğretmenim öğretmişti)

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl
bizlere kutlu olsun

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl
sizlere mutlu olsun

Eski yıl sona erdi
yepyeni yıl geldi
Bu yıl olsun mutlu bir yıl
bu yıl olsun hey hey
 

Kardeşiz biz hepimiz
bitmesin hiç sevgimiz

Aramızda dargınlık yok
aramızda hey hey
Mutlu olsun insanlar
mutlu olsun tüm evren

Yeni yılda hep birlikte
yeni yılda hey hey

Alıntı #6

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 16:20

3

Hayvan Çiftliği (S:147)

Melancholy Man

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:55

0



I'm a melancholy man, that's what I am.
All the world surrounds me and my feet are on the ground
I'm a very lonely man, doing what I can.


Bu şarkının hayatıma girmesine - girmek derken her iki anlamda da - katkılarından dolayı hayatı ve kadınları hâlâ öğretmekte olan Kadıköy sokaklarına, şehrin kötü çocuklarına, simit peşindeki martılara, Karga'ya, standart hayatlara, Montana Çetesi'ne...

Kendime iyi bakmaya çalışacağım bundan sonra.

Tabii böyle bir şey mümkünse...

Kimseye, Hiç Kimseye

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 01:05

2



O'ndan geriye kalan sadece şarkılardır yadigâr. Gece vakti dinlenen radyo ansızın kulağa hâlâ aynı tazelikte fısıldar içinde ancak sizin bildiğiniz pek çok şeyin saklı olduğu şarkıyı. O an bilirsiniz, o şarkının zamanın kırılma anlarından birinde size armağan edildiğini ama bunu artık sadece sizin hatırladığınızı...

O da soruyor mudur ara sıra da olsa kendine "Acaba şimdi ne yapıyordur" diye? Sormuyorsa da zaar vardır bir bildiği...