The Station Agent

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:00

Dostluklar, korkularımızı ve yalnızlığımızı bir süreliğine de olsa defedebilmek ve hayatın bir anlamı olmadığı düşüncesinden uzaklaşabilmek için bulunmaz bir nimet hiç kuşkusuz. Bir dostla oturup yemek yemek, denize karşı oturup muhabbet etmek, uzun bir yürüyüşe çıkmak yalnızlığımızın bize dayattığı huzursuzluğu ve gündelik hayatın keşmekeşini bir kenara itebilir. Şöyle bir bakınca temasını dostluk ve sadece dostluğun çare olabileceği sorunlar üzerine kuran çok fazla film olmadığını görüyoruz. Bu tip filmler bütünden çok detaya odaklanmasıyla bir bakıma sinemanın diğer türlerinden ayrılıyor. Bu yazının öznesi olan The Station Agent (2003) izleyene hayatın içinden bir dilim pasta sunar gibi yapan az sayıdaki dostluk ve onun getirileri üzerine filmden biri. Zaten filmin ülkemizde "Hayatın İçinden" adıyla yayınlanmış olduğunu da bu noktada antrparantez belirtmek gerek. İlk yönetmenlik ve senaristlik denemesini bu filmle yapan aktör Thomas McCarthy, elindeki çok kısıtlı bütçeye rağmen (500 bin $) raydan çıkmış üç hayatın öyküsünü müthiş bir şekilde anlatmış.

Toplumun farklı kabul ettiği ama aslında her birimiz kadar farklı olan bireylerin gündelik hayatta nasıl hor görüldüğüne şahitlik etmek için sinemaya ihtiyacımız yok. Fakat sinema insanların şekli, rengi, dini, ırkı gibi temel ayrımlar üzerinden nitelenmelerine karşı dikkat çekebilmek adına önemli bir rol oynuyor. Bu bağlamda The Station Agent'da filme önderlik edenin hayatının hiç beklemediği bir döneminde edineceği dostluklarla belki de farkında dahi olmadan kalıplarını kıracak olan bir cüce olduğunu görüyoruz.
Emekliliğinin ardından trenlere olan aşırı merakının da etkisiyle model trenler satan bir mağazada çalışan, yalnız, içine kapanık ve hor görüldüğü dış dünyaya kendisini kapatmış bir karakterdir Finbar McBride (Peter Dinklage). Aynı zamanda öykünün merkezinde yer alır. Yanından geçen insanların fısıltılarına, kendisiyle neredeyse aynı boya sahip çocukların iğneleyici esprilerine katlanmak zorundadır. Tren takibi yapanların filmlerini izlemek hoşuna gittiği kadar yalnızlığına yalnızlık da katmaktadır. Çünkü küçük bir adam olması dolayısıyla araç kullanamamaktadır ve bu mümkün olsaydı bile kayıt yapabilmesini sağlayacak bir kamerası yoktur. Bir gün çalıştığı dükkanın sahibi yığılıp kaldığında bu aynı zamanda artık bir işinin de olmadığı anlamına gelmektedir. Neyse ki dükkan sahibi Fin'e New Jersey'deki bir kırsalda bulunan bir istasyon binasını miras olarak bırakmıştır. Artık elinde sadece bir bavul ve önünde adım adım arşınlanması gereken raylar vardır...

Mirasına ulaştığında fark eder ki bölgedeki yerleşim sayısı bir hayli düşüktür. Öyle ki yeni evine yerleştiğinde telefonun çalışmadığı, suyun akmadığı ve elektriğin olmadığı gerçeğiyle yüzleştiği kadar sahip olduğu tek şeyin bir köşedeki kanepe olduğunu görür. Yine de bu ıssız yerde bile yalnızlığını bozabilecek birilerinin olduğunu öğrenmesi için fazla beklemeyecektir. Sabah uyanıp dışarı adım attığında birkaç metre ötede park etmiş bir hot-dog aracı görür. Araçla ilgilenen Joe (Bobby Cannavale) bir hayli meraklı, meraklı olduğu kadar da geveze biridir. Hasta olan babasının yerine araca bakmaktadır. Neredeyse hiç müşterisi olmayan bir hot-dog aracı... Fin hiç istemese de bir anda yanından neredeyse hiç ayrılmayan, galesiz bir arkadaşa sahip olmuştur.

Ve tabii ki Olivia (Patricia Clarkson)... Filmin çevrelerinde döndüğü üç karakterden bir diğeri... Fin ve Joe kadar mutsuz, ayrıca agresif olan Olivia aynı zamanda Joe'nun hot-dog karavanının da daimi bir müşterisidir. Fin ile tanışıklığı da aracıyla Fin'i ezme tehlikesi yaşadığı ana denk gelmektedir.
Hikâye ve filmin yerleştiği çerçeveye biraz ara verip oyunculara biraz değineyim. Parlak ve yapaylıktan uzak bir performans çizmek her aktör/aktrist için kolay değildir. Hal böyleyken özellikle Peter Dinklage'in derinden gelen dikkat çekici sesi, iyi oyunculuğuyla harmanlanınca ortaya izleyicide bariz farkındalık hissi yaratan bir performans çıkmış. Dinklage'ın hayat verdiği Fin duygularını belli etmekten çok uzak ve çözülmeyi bekleyen bir bilmece misali filme akıyor. Clarkson ise oğlunu kaybetmiş olmaktan duyduğu üzüntüyü derin bir şekilde yaşayan Olivia'ya ustalıkla can vermiş. Cannavale'in Joe'su ise filmin görünürde yaşayan tek karakteri. Kendisini hasta babasıyla sürekli irtibat halinde tutan telefondan arta kalan vakitlerde çocuklarla oynayabilecek ruh halini her zaman üzerinde bulabiliyor. Öyle ki Fin ve Olivia'nın bir dönüm noktasına erişmesinde payı büyüktür.

The Station Agent ile ilk yönetmenlik/senaristlik sınavına soyunan oyuncu Thomas McCarthy ise bu ilk çalışmasında her yerinden buram buram harap olmuşluk kokusu yükselen küçük bir kasabadan hissiyatın bol olduğu bir insan hikâyesi çıkarmış. Hayatlarının sıkıcılığında bir cazibe bulmayı başaran üç insanın hikâyesini senaryoda yapmacıklıktan uzak durmayı başararak kotarmış. Müzik seçimleri de tam bir indie filmin havasına yakışacak cinsten.
Büyük resme baktığımızda yalnızlıklarının duvarlarını ancak dost olduklarının ve birbirlerine sahip olduklarını anladıkları andan itibaren kırabildiklerini fark eden toplumdan bir şekilde soyutlanmış üç insanın öyküsünü görüyoruz. İlk bakışta gayet sıradan görünebilen bir filmken ilerledikçe anaakım Amerikan sinemasından nasıl da farklılaştığını ve ağızda bir parça çikolatanın bıraktığı gülümseten tadı bıraktığını görüyoruz. En nihayetinde farklı insanların birbirlerinin değişik yönlerinde huzur bulabilecekleri mesajı veriliyor. Pek çok filme göre bitmemesi gereken bir yerde ama filmin sahip olduğu ruh dolayısıyla tam da akıp gittiği haliyle bitmeyi bilen bir film yapmış Thomas McCarthy. İşin ucunda Özdemir Asaf ile zıt düşmek olsa da belirtmeden edemeyeceğim, yalnızlık paylaşılınca da yalnıztır.

Comments (0)