En Başarılı 20 Son
Posted by Anıl | Posted in sinema | Posted on 23:15
Söz konusu sinema ya da edebiyat olunca hiyerarşik düzen sürekli işgal eder hayatımızı. Biz değil miyiz açılan her sinema muhabbetinde dostlarımızın favori filmlerini öğrenmek için can atan? İş herhangi bir konuda liste yapmaya geldiğinde kişi kendisinden sorumludur pek tabii. Şu meşhur zevkler ve renkler hususu hani… Yine de buluşulan ortak bir payda daima bulunur. Dergimizin bu sayısında sizler için sinema tarihine damgasını vurmuş en iyi 20 film sonunu inceledik. Beğenerek okuyacağınızı düşündüğümüz bu dosya üzerinde son derece seçici davrandığımızı ve mümkün mertebe klişelerden uzak kalmış yapımlarda karar kıldığımızı da ek not olarak belirtelim.
20) Forrest Gump (1994): Dünyaya insana özgü yeteneklerden yoksun gelmek yaşam kavgasına bir adım geride başlamak için bir sebep midir? Her fırsatta bahsi geçen inanç belki de en çok böyle anlarda işe yarar. 1994 yılında Robert Zemeckis’in yönetmenliğinde çekilen ve aynı yıl 6 dalda Oscar kazanan Forrest Gump, uzun olmasına karşın izleyiciyi baştan sona içine çekmeyi başaran bir yapım. Noksanlıkların başarıdan başarıya koşmak için bir engel teşkil etmediğini izleyicinin gözüne yansıtan filmin finalinde, ana karakter Forrest’in aşık olduğu kadının mezarı başında okuduğu mektubun izleyici üzerinde yarattığı etkiyi anlayabilmek için filmi izlemiş olmak gerekiyor.
19) The Shawshank Redemption (1994): IMDb’yi bir kıstas olarak ele alan bünyeler için şimdiye dek yapılan en iyi film olan Esaretin Bedeli, sinema tarihinin en soluk kesici finallerinden birine sahiptir. Tim Robbins ve Morgan Freeman gibi iki üstadı bir araya getiren filmde, işlemediği bir suçtan ötürü ömür boyu hapse mahkûm edilen Andy Dufrense’nin sabreden derviş misali firar etmesinin akabinde Pasifik sahillerinde dostuyla kucaklaşması gerçekten unutulmazdır.
18) Tabutta Rövaşata (1996): Böyle bir listeye bir Türk filmi ekleyecek olursak eğer şüphesiz bu Derviş Zaim imzalı Tabutta Rövaşata olur. Tüketim toplumunun baş döndürdüğü günümüzde köşe başındaki çöp konteynerinin içinde hayatı arayan adamı gözümüze sokabildiği için önemlidir bu film. Yatağı sokaklar, aşı çıkma ekmekler olan bir adamdır Mahsun Süpertitiz ve adım bile atamayacağı tabutun içinde rövaşataya kalkar en nihayetinde.
17) The Straight Story (1999): Bazı anlar vardır, halinize bakmaksızın atarsınız kendinizi yollara. Geride bırakılmış ayrılıklara, küskünlüklere ve hatta yok oluşlara isyanınızdır bu sizin. Velhasıl zaman alabildiğine akar ve on sene on dakikaya eşittir çoğu zaman. Siz ise vaktiyle eksik bıraktığınıza inandığınız şeyleri geç de olsa rayına oturtabilmek için yollardasınızdır. Şarkıda geçtiği gibi, yollar sizin memleketinizdir belki de. 73 yaşındaki Alvin Straight’in öyküsü de budur aslında. Hastadır, yaşlıdır ama 10 senedir haberini alamadığı kardeşini ölmeden görebilmek için yollara atar kendini. İnsanın sıdkını sıyıran bu yapımın altında imzası olan isim ise David Lynch. Usta yönetmenin kariyerinin tersine akan bir film bu…
16) Paris, Texas (1984): Karısı tarafından terk edildikten sonra kendisini yollara vuran, geçmişini ardında bırakan, deyim yerindeyse kendisine bile yabancılaşan bir karakter Travis Henderson ve öyküsünü Wim Wenders anlatıyor. Daha ne olsun ki! Bir dönem erkek hayranlarının duvarlarını posterleri ile süsleyen Nastassja Kinski ile Harry Dean Stanton’un 9 dakikayı bulan ve kesintisiz çekilen finaldeki geçmişleri ile olan hesaplaşmaları izleyenin nutkunu tutturacak cinstendir.
15) The Lady Vanishes (1938): Gerilim filmlerinin usta yönetmeni Alfred Hitchcock’un bu türe getirdiği yeni bir soluktu Kaybolan Kadın. Öyle ki yıllar sonra bile birçok filmde farklı senaryolar üzerinde aynı konseptin izlenmiş olduğunu görmek mümkün. Kaybolan Kadın’da bir tren yolculuğu sırasında aniden kaybolan ihtiyar bir kadının öyküsünü izleriz. Bu öykünün daha garip tarafı kaybolan bayanın farkına koskoca trende sadece tek bir kişinin varıyor olmasıdır. Belki de geriye kalanların işine aksinin geliyor oluşudur garip olan. Hitchcock’un kendisi olmasında büyük paya sahip filmlerin başında gelir The Lady Vanishes. Final boyunca köpürtülen kurgu filmin finalinde patlama yapar adeta.
14) The Great Dictator (1940): Hiç şüphe yok ki sinemanın görüp görebileceği en zeki ve en komik adamdır Charles Chaplin. Yarattığı pek çok eserinde zamanın şartlarını ve olaylarını o müthiş zekâsını kullanarak hicvetmiş ve sinemaya farklı bir boyut kazandırmıştır. Ünlü bir sinema teorisyeni “Onun bıyığını çalarak Hitler ister istemez Şarlo’nun eline düşmüştü” der. Büyük Diktatör’de Chaplin’in dokundurduğu ise Hitler ve onun faşist politikasından başkası değildir. Filmin finalindeki miting sahnesinde Chaplin’in yaklaşık 5 dakika süren monologu alkıştan avuç patlatacak cinstendir.
13) La Vita é Bella (1997): Bir dönem TRT ile bütünleşmiş bir filmdir Hayat Güzeldir. İtalyan sinemasının en büyük isimlerinden Roberto Benigni’nin gerek kamera arkasında gerekse kamera önünde döktürdüğü filmde, ailesiyle birlikte Toplama Kampına gönderilen Guido’nun oğlunu savaşın acımasızlığından uzak tutmak için oynadığı oyun trajikomik bir tutumu yansıtır. Finalde Guido’nun ölüme giderken bile oğlunu mutlu etme çabası burun direklerini sızlatır.
12) The Truman Show (1998): Hayatın monotonluğuna karşı sıra dışı bir başkaldırıydı belki de Truman’ınki. Jim Carrey’in en başarılı performanslarından birini sergilediği yapım ayrıntılarında çok şey barındıran bir “Biri Bizi Gözetliyor” taşlaması. Sürpriz finali ile geride bırakılan on yılın hâlâ en çok konuşulan filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor.
11) The Others (2001): Diğerleri, bu listede göreceğimiz iki Alejandro Amenabar filminden ilki. Gün ışığına çıkamayan iki çocuğu ile birlikte yeni bir eve taşınan Grace’nin tuttuğu hizmetçiler ile yaşadığı garip olayların konu edildiği filmin finalinde, yönetmen izleyiciyi ters köşeye yatırır ve herkes evdeki esrarengiz olayların kaynağına düz bir bakış açısı ile yaklaşırken, asıl olanın başından beri gözümüzün önünde olduğunu gösterir.
10) The Sixth Sense (1999): Artık neredeyse M. Night Shyamalan’ın seyirciyi ters köşeye yatırma konusunda doktora yaptığına inanacağım. Dürüst olmak gerekirse bu işi yapabilmek için önünüzde yığınla zorluk varsa ve siz hepsinin de üstesinden gelebiliyorsanız takdir edilmeyi de hak ediyorsunuz demektir. Ölü olduklarından bihaber ruhlarla iletişim kurabilen bir çocuğun, psikolojik yardım aldığı kişinin de aslında ölü olduğunu düşünsenize. Artı, bunu bir de filmin finalinde öğreniyorsunuz. Derin bir nefes almanın tam sırasıdır bence.
9) Mar Adentro (2004): Boyundan aşağısını kullanamamanın, başı çevirip sadece iki metre ötedeki pencereden denizi seyredememenin ruhta yarattığı tahribatı en iyi yaşayan bilir. Yaşarken ölmek deyimi bu gibi durumlar için dile getirilmiştir sanki. İçimdeki Deniz’de izleyeni yüreğinden yakalayıp yerlere vuran, usta oyuncu Javier Bardem’in insanüstü performansıydı. Yine bir Amenabar filmindeyiz üstelik. Talihsiz bir kaza sonucu yatağa bağımlı yaşamak zorunda kalan bir adamın ötenazi hakkını elde edebilmek için verdiği savaşı konu alıyor Mar Adentro. Finalde amcasını nihai sonuna götüren kamyonetin ardından dakikalarca koşan yeğen için mendiller hazır bulundurulmalıdır.
8) Das Leben der Anderen (2006): Bayrağı Orwell’in 1984’ünün bittiği yerden devralan bir yapım Başkalarının Hayatı. Fakat bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet kontrolü altında kurulan ve sosyalist bir rejimle yönetilen Doğu Almanya’dayız. Stasi özel yaşam olgusunu yerle bir etmiş, Batı Almanya yanlılarını yaftalamayı görev edinmiştir. Hâl böyleyken bir tiyatro yazarının şüpheli hareketlerini takip etmekle görevli bir Stasi ajanının içine düştüğü çelişkiler havuzunda sağ kalma mücadelesi filmin temasıdır. Mutluluğu para ve erke atfeden Hollywoodvari bir sonu reddediyor bu film. En nihayetinde vicdana buram buram sızan huzur gibisi yoktur.
7) Vozvrashcheniye (2003): Hiç şüphesiz Babam ve Oğlum’u bir başyapıt olarak niteleyenleri can evlerinden yakalayacak bir film değil Dönüş. İki çocuğun babaları ile ilk kez karşılaşmalarının ardından geçmişlerine doğru yaptıkları bir yolculuğa atıf da değil bu film. Söz konusu çocukların kendi içlerindeki dönüşüm ile ilgili biraz da. Baba ve oğul kavramını çok farklı bir boyutta ele alan bu Zvyagintsev filminin başarısının yerel kalmaması biraz da bizim duygusal sinema kültürümüzü farkında olmadan taşlar nitelikte. Bu muhteşem sinema şöleninin finalinde çocukların babalarını ebediyen kaybetmeleri onlara ve izleyenlere farklı şeyler düşündürür.
6) The Usual Suspects (1995): 27 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bir patlamadan dolayı beş kişiyle birlikte gözaltına alındığınızı bir düşünsenize. Üstelik olayla uzaktan yakından alakanız yoktur. Olağan Şüpheliler’in içinde bulundukları durum da işte bundan ibaret. Ardınızdan uzanan bir elin saatlerdir uğraştığınız yap-bozu 10 dakika içinde çözdüğünü farz edin. Olağan Şüpheliler’in finalinde maruz kalacağınız duygunun sözlük karşılığı bu olsa gerek.
5) Schindler’s List (1993): İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan pek çok film yapıldı, fakat hiçbiri Schindler’in Listesi’nin yaptığı etkiyi yapmadı kuşkusuz. Gerçek bir olaydan yola çıkan filmde, zengin bir fabrikatör olan Oskar Schindler’in daha fazla Yahudi’nin hayatını kurtarabilecekken kurtarabildikleriyle yetinmesine ettiği isyan görülmeye değerdir. Schindler’in Listesi bir insanın değerinin ne kadar olduğunu öğretir, aynı zamanda altın bir iğnenin de…
4) 12 Angry Men: Önyargıların vuku bulduğu noktada adalet kavramından söz etmek ne derece doğru? Köşe başında dilenen bir kadını sırf önyargılarımız öyle emrediyor diye yargılayabilir miyiz gerçekten? Aynaya baktığımızda kendimizi önyargı süzgecinden büsbütün halde geçirebiliyor muyuz ki? Suçundan emin olmadığınız bir zanlının idam kararı sizin avuçlarınıza bırakıldı. Böyle bir durumda izleyeceğiniz çizgi çok önemlidir, zira elinizde tuttuğunuz şey bir hayattır. Adil yargılama üzerine bir başyapıt bu film. Suçlu kim mi? Belki önyargılarımızdır…
3) Oldboy (2003): Uzak Doğu’dan bir Tarantino esintisi çalınıyor yüzünüze bu filmi izlerken. Sinemanın görüp görebileceği en şok edici intikamı barındıran İhtiyar Delikanlı’da Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park, şimdiye kadar denenmemiş olanı son derece cesur bir biçimde ele alıp izleyiciye sunuyor. Kaçırılıp, 15 yıl boyunca nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde esir tutulan bir adamın intikam arayışını sunan filmin finali bumerang etkisi yapar.
2) Se7en (1995): Se7en’i en çok takdir edecek kişi şayet yaşasaydı Jorge Luis Borges olurdu. Ünlü yazarın öykülerinden çıkmış bir havası var bu filmin ve bunda David Fincher’in kendine has tarzının büyük payı var. Oburluk, açgözlülük, miskinlik, kıskançlık, öfke, kibir ve şehvet… Kurbanlarını bu yedi ölümcül günahın içini dolduracak şekilde seçen bir katil… Biri emekliliğin kıyısında, diğeri kariyerinin başında iki dedektif… Baştan sona sepya bir tonda ilerleyen film, finalindeki zeki ve şaşırtıcı kurgusuyla bir modern zamanlar klasiği.
1) The Godfather: Part III (1990): Eğer ki Coppola’nın Baba’sını tek başına bir mafya filmi olarak nitelendiriyorsanız, muhtemelen yanılıyorsunuz. The Godfather gelişmiş suç örgütlerinin yapısını irdelediği kadar ataerkil bir düzenin aile olgusu içindeki yerini de ütopik bir şekilde ele alması bakımından önemlidir. Serinin son filmini diğer ikisinin önüne çıkaran şey hiç kuşkusuz unutulmaz finalidir. Kaydı başa sardığımızda Michael Corleone’nin tahsilli bir birey olduğunu, geleceğini ailesinin çizgisine tamamen zıt bir şekilde çizmek istediğini görüyoruz. Bu noktada kaderciliğin izlerini de görmek mümkün. Michael Corleone kendini aniden başlangıçta hayalini bile kurmadığı bir yapının içinde buluyor. Babasının ölümünü takiben ailenin yarım kalmış işlerini sahiplenmek ona kalıyor. Corleone ailesinin yükselişi artık onun ellerindedir. Aile ilişkileri ve kapalı grupların değişmezlerini en iyi şekilde anlatan serinin finali de adına yakışır biçimde olur. “Birlikte yaşa, yalnız öl” kuralı belki de hiçbir zaman bu denli anlam yüklü olmamıştır.
(Bu yazı RoadLife dergisinin Kasım 2009 sayısında yayınlanmıştır)
20) Forrest Gump (1994): Dünyaya insana özgü yeteneklerden yoksun gelmek yaşam kavgasına bir adım geride başlamak için bir sebep midir? Her fırsatta bahsi geçen inanç belki de en çok böyle anlarda işe yarar. 1994 yılında Robert Zemeckis’in yönetmenliğinde çekilen ve aynı yıl 6 dalda Oscar kazanan Forrest Gump, uzun olmasına karşın izleyiciyi baştan sona içine çekmeyi başaran bir yapım. Noksanlıkların başarıdan başarıya koşmak için bir engel teşkil etmediğini izleyicinin gözüne yansıtan filmin finalinde, ana karakter Forrest’in aşık olduğu kadının mezarı başında okuduğu mektubun izleyici üzerinde yarattığı etkiyi anlayabilmek için filmi izlemiş olmak gerekiyor.
19) The Shawshank Redemption (1994): IMDb’yi bir kıstas olarak ele alan bünyeler için şimdiye dek yapılan en iyi film olan Esaretin Bedeli, sinema tarihinin en soluk kesici finallerinden birine sahiptir. Tim Robbins ve Morgan Freeman gibi iki üstadı bir araya getiren filmde, işlemediği bir suçtan ötürü ömür boyu hapse mahkûm edilen Andy Dufrense’nin sabreden derviş misali firar etmesinin akabinde Pasifik sahillerinde dostuyla kucaklaşması gerçekten unutulmazdır.
18) Tabutta Rövaşata (1996): Böyle bir listeye bir Türk filmi ekleyecek olursak eğer şüphesiz bu Derviş Zaim imzalı Tabutta Rövaşata olur. Tüketim toplumunun baş döndürdüğü günümüzde köşe başındaki çöp konteynerinin içinde hayatı arayan adamı gözümüze sokabildiği için önemlidir bu film. Yatağı sokaklar, aşı çıkma ekmekler olan bir adamdır Mahsun Süpertitiz ve adım bile atamayacağı tabutun içinde rövaşataya kalkar en nihayetinde.
17) The Straight Story (1999): Bazı anlar vardır, halinize bakmaksızın atarsınız kendinizi yollara. Geride bırakılmış ayrılıklara, küskünlüklere ve hatta yok oluşlara isyanınızdır bu sizin. Velhasıl zaman alabildiğine akar ve on sene on dakikaya eşittir çoğu zaman. Siz ise vaktiyle eksik bıraktığınıza inandığınız şeyleri geç de olsa rayına oturtabilmek için yollardasınızdır. Şarkıda geçtiği gibi, yollar sizin memleketinizdir belki de. 73 yaşındaki Alvin Straight’in öyküsü de budur aslında. Hastadır, yaşlıdır ama 10 senedir haberini alamadığı kardeşini ölmeden görebilmek için yollara atar kendini. İnsanın sıdkını sıyıran bu yapımın altında imzası olan isim ise David Lynch. Usta yönetmenin kariyerinin tersine akan bir film bu…
16) Paris, Texas (1984): Karısı tarafından terk edildikten sonra kendisini yollara vuran, geçmişini ardında bırakan, deyim yerindeyse kendisine bile yabancılaşan bir karakter Travis Henderson ve öyküsünü Wim Wenders anlatıyor. Daha ne olsun ki! Bir dönem erkek hayranlarının duvarlarını posterleri ile süsleyen Nastassja Kinski ile Harry Dean Stanton’un 9 dakikayı bulan ve kesintisiz çekilen finaldeki geçmişleri ile olan hesaplaşmaları izleyenin nutkunu tutturacak cinstendir.
15) The Lady Vanishes (1938): Gerilim filmlerinin usta yönetmeni Alfred Hitchcock’un bu türe getirdiği yeni bir soluktu Kaybolan Kadın. Öyle ki yıllar sonra bile birçok filmde farklı senaryolar üzerinde aynı konseptin izlenmiş olduğunu görmek mümkün. Kaybolan Kadın’da bir tren yolculuğu sırasında aniden kaybolan ihtiyar bir kadının öyküsünü izleriz. Bu öykünün daha garip tarafı kaybolan bayanın farkına koskoca trende sadece tek bir kişinin varıyor olmasıdır. Belki de geriye kalanların işine aksinin geliyor oluşudur garip olan. Hitchcock’un kendisi olmasında büyük paya sahip filmlerin başında gelir The Lady Vanishes. Final boyunca köpürtülen kurgu filmin finalinde patlama yapar adeta.
14) The Great Dictator (1940): Hiç şüphe yok ki sinemanın görüp görebileceği en zeki ve en komik adamdır Charles Chaplin. Yarattığı pek çok eserinde zamanın şartlarını ve olaylarını o müthiş zekâsını kullanarak hicvetmiş ve sinemaya farklı bir boyut kazandırmıştır. Ünlü bir sinema teorisyeni “Onun bıyığını çalarak Hitler ister istemez Şarlo’nun eline düşmüştü” der. Büyük Diktatör’de Chaplin’in dokundurduğu ise Hitler ve onun faşist politikasından başkası değildir. Filmin finalindeki miting sahnesinde Chaplin’in yaklaşık 5 dakika süren monologu alkıştan avuç patlatacak cinstendir.
13) La Vita é Bella (1997): Bir dönem TRT ile bütünleşmiş bir filmdir Hayat Güzeldir. İtalyan sinemasının en büyük isimlerinden Roberto Benigni’nin gerek kamera arkasında gerekse kamera önünde döktürdüğü filmde, ailesiyle birlikte Toplama Kampına gönderilen Guido’nun oğlunu savaşın acımasızlığından uzak tutmak için oynadığı oyun trajikomik bir tutumu yansıtır. Finalde Guido’nun ölüme giderken bile oğlunu mutlu etme çabası burun direklerini sızlatır.
12) The Truman Show (1998): Hayatın monotonluğuna karşı sıra dışı bir başkaldırıydı belki de Truman’ınki. Jim Carrey’in en başarılı performanslarından birini sergilediği yapım ayrıntılarında çok şey barındıran bir “Biri Bizi Gözetliyor” taşlaması. Sürpriz finali ile geride bırakılan on yılın hâlâ en çok konuşulan filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor.
11) The Others (2001): Diğerleri, bu listede göreceğimiz iki Alejandro Amenabar filminden ilki. Gün ışığına çıkamayan iki çocuğu ile birlikte yeni bir eve taşınan Grace’nin tuttuğu hizmetçiler ile yaşadığı garip olayların konu edildiği filmin finalinde, yönetmen izleyiciyi ters köşeye yatırır ve herkes evdeki esrarengiz olayların kaynağına düz bir bakış açısı ile yaklaşırken, asıl olanın başından beri gözümüzün önünde olduğunu gösterir.
10) The Sixth Sense (1999): Artık neredeyse M. Night Shyamalan’ın seyirciyi ters köşeye yatırma konusunda doktora yaptığına inanacağım. Dürüst olmak gerekirse bu işi yapabilmek için önünüzde yığınla zorluk varsa ve siz hepsinin de üstesinden gelebiliyorsanız takdir edilmeyi de hak ediyorsunuz demektir. Ölü olduklarından bihaber ruhlarla iletişim kurabilen bir çocuğun, psikolojik yardım aldığı kişinin de aslında ölü olduğunu düşünsenize. Artı, bunu bir de filmin finalinde öğreniyorsunuz. Derin bir nefes almanın tam sırasıdır bence.
9) Mar Adentro (2004): Boyundan aşağısını kullanamamanın, başı çevirip sadece iki metre ötedeki pencereden denizi seyredememenin ruhta yarattığı tahribatı en iyi yaşayan bilir. Yaşarken ölmek deyimi bu gibi durumlar için dile getirilmiştir sanki. İçimdeki Deniz’de izleyeni yüreğinden yakalayıp yerlere vuran, usta oyuncu Javier Bardem’in insanüstü performansıydı. Yine bir Amenabar filmindeyiz üstelik. Talihsiz bir kaza sonucu yatağa bağımlı yaşamak zorunda kalan bir adamın ötenazi hakkını elde edebilmek için verdiği savaşı konu alıyor Mar Adentro. Finalde amcasını nihai sonuna götüren kamyonetin ardından dakikalarca koşan yeğen için mendiller hazır bulundurulmalıdır.
8) Das Leben der Anderen (2006): Bayrağı Orwell’in 1984’ünün bittiği yerden devralan bir yapım Başkalarının Hayatı. Fakat bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet kontrolü altında kurulan ve sosyalist bir rejimle yönetilen Doğu Almanya’dayız. Stasi özel yaşam olgusunu yerle bir etmiş, Batı Almanya yanlılarını yaftalamayı görev edinmiştir. Hâl böyleyken bir tiyatro yazarının şüpheli hareketlerini takip etmekle görevli bir Stasi ajanının içine düştüğü çelişkiler havuzunda sağ kalma mücadelesi filmin temasıdır. Mutluluğu para ve erke atfeden Hollywoodvari bir sonu reddediyor bu film. En nihayetinde vicdana buram buram sızan huzur gibisi yoktur.
7) Vozvrashcheniye (2003): Hiç şüphesiz Babam ve Oğlum’u bir başyapıt olarak niteleyenleri can evlerinden yakalayacak bir film değil Dönüş. İki çocuğun babaları ile ilk kez karşılaşmalarının ardından geçmişlerine doğru yaptıkları bir yolculuğa atıf da değil bu film. Söz konusu çocukların kendi içlerindeki dönüşüm ile ilgili biraz da. Baba ve oğul kavramını çok farklı bir boyutta ele alan bu Zvyagintsev filminin başarısının yerel kalmaması biraz da bizim duygusal sinema kültürümüzü farkında olmadan taşlar nitelikte. Bu muhteşem sinema şöleninin finalinde çocukların babalarını ebediyen kaybetmeleri onlara ve izleyenlere farklı şeyler düşündürür.
6) The Usual Suspects (1995): 27 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bir patlamadan dolayı beş kişiyle birlikte gözaltına alındığınızı bir düşünsenize. Üstelik olayla uzaktan yakından alakanız yoktur. Olağan Şüpheliler’in içinde bulundukları durum da işte bundan ibaret. Ardınızdan uzanan bir elin saatlerdir uğraştığınız yap-bozu 10 dakika içinde çözdüğünü farz edin. Olağan Şüpheliler’in finalinde maruz kalacağınız duygunun sözlük karşılığı bu olsa gerek.
5) Schindler’s List (1993): İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan pek çok film yapıldı, fakat hiçbiri Schindler’in Listesi’nin yaptığı etkiyi yapmadı kuşkusuz. Gerçek bir olaydan yola çıkan filmde, zengin bir fabrikatör olan Oskar Schindler’in daha fazla Yahudi’nin hayatını kurtarabilecekken kurtarabildikleriyle yetinmesine ettiği isyan görülmeye değerdir. Schindler’in Listesi bir insanın değerinin ne kadar olduğunu öğretir, aynı zamanda altın bir iğnenin de…
4) 12 Angry Men: Önyargıların vuku bulduğu noktada adalet kavramından söz etmek ne derece doğru? Köşe başında dilenen bir kadını sırf önyargılarımız öyle emrediyor diye yargılayabilir miyiz gerçekten? Aynaya baktığımızda kendimizi önyargı süzgecinden büsbütün halde geçirebiliyor muyuz ki? Suçundan emin olmadığınız bir zanlının idam kararı sizin avuçlarınıza bırakıldı. Böyle bir durumda izleyeceğiniz çizgi çok önemlidir, zira elinizde tuttuğunuz şey bir hayattır. Adil yargılama üzerine bir başyapıt bu film. Suçlu kim mi? Belki önyargılarımızdır…
3) Oldboy (2003): Uzak Doğu’dan bir Tarantino esintisi çalınıyor yüzünüze bu filmi izlerken. Sinemanın görüp görebileceği en şok edici intikamı barındıran İhtiyar Delikanlı’da Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park, şimdiye kadar denenmemiş olanı son derece cesur bir biçimde ele alıp izleyiciye sunuyor. Kaçırılıp, 15 yıl boyunca nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde esir tutulan bir adamın intikam arayışını sunan filmin finali bumerang etkisi yapar.
2) Se7en (1995): Se7en’i en çok takdir edecek kişi şayet yaşasaydı Jorge Luis Borges olurdu. Ünlü yazarın öykülerinden çıkmış bir havası var bu filmin ve bunda David Fincher’in kendine has tarzının büyük payı var. Oburluk, açgözlülük, miskinlik, kıskançlık, öfke, kibir ve şehvet… Kurbanlarını bu yedi ölümcül günahın içini dolduracak şekilde seçen bir katil… Biri emekliliğin kıyısında, diğeri kariyerinin başında iki dedektif… Baştan sona sepya bir tonda ilerleyen film, finalindeki zeki ve şaşırtıcı kurgusuyla bir modern zamanlar klasiği.
1) The Godfather: Part III (1990): Eğer ki Coppola’nın Baba’sını tek başına bir mafya filmi olarak nitelendiriyorsanız, muhtemelen yanılıyorsunuz. The Godfather gelişmiş suç örgütlerinin yapısını irdelediği kadar ataerkil bir düzenin aile olgusu içindeki yerini de ütopik bir şekilde ele alması bakımından önemlidir. Serinin son filmini diğer ikisinin önüne çıkaran şey hiç kuşkusuz unutulmaz finalidir. Kaydı başa sardığımızda Michael Corleone’nin tahsilli bir birey olduğunu, geleceğini ailesinin çizgisine tamamen zıt bir şekilde çizmek istediğini görüyoruz. Bu noktada kaderciliğin izlerini de görmek mümkün. Michael Corleone kendini aniden başlangıçta hayalini bile kurmadığı bir yapının içinde buluyor. Babasının ölümünü takiben ailenin yarım kalmış işlerini sahiplenmek ona kalıyor. Corleone ailesinin yükselişi artık onun ellerindedir. Aile ilişkileri ve kapalı grupların değişmezlerini en iyi şekilde anlatan serinin finali de adına yakışır biçimde olur. “Birlikte yaşa, yalnız öl” kuralı belki de hiçbir zaman bu denli anlam yüklü olmamıştır.
(Bu yazı RoadLife dergisinin Kasım 2009 sayısında yayınlanmıştır)
Tam olarak son sayılır mı bilemem ama, It's A Wonderful Life'ın son bölümleri de bence en başarılı sonlardan bir tanesidir. en azından beni en çok etkileyen sonlardan olmuştu.
ayrıca belirtmeden edemeeceğim, 6. his filmini kız arkadaşımla izlerken(ben tekrar seyrediyordum, oysa ilk defa izliyordu) daha filmin ortalarında sonunu tahmin etmesi beni dumura uğratmıştı, kendimden utanmıştım ulan o anladı ben nasıl anlıyamadım diye=P
http://tarihtebugunbirseyoldu.blogspot.com buraya da beklerim:)
Sanki Thelma ve Louise filminin final sahnesi de bence unutulmazlar arasında yer almalıydı. Hatta aşağı doğru kaydıkça sayfada ilk üçte olacağına emin gibiydim.