Bilimkurgu: Hayal Gibi, Değil Gibi...

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:00

Bulunduğu zamanın ötesinde bir varlık olan insanoğlunun yaradılışından bu yana hayatın satır aralarında kendine yer bulur bilimkurgu. Özellikle elde edilmesi içinde bulunulan şartlara göre mümkün görünmeyen olayları düş gücünün de yardımıyla canlandırma gayesi güden sinemanın bu dalı, yedinci sanatın geldiği noktayı rahatlıkla kavrayabilmemiz bakımından bir hayli mühimdir. Sırada, sayfalar arasında doğan ve objektiften beyazperdeye yansıyan kurgubilimin ütopik ve kimi zaman distopik dünyasına göz atmak var…
GELECEĞE DÖNÜŞ

21 Ekim 2015 tarihinde dünya sıra dışı bir konuğu ağırlayacak. Hayır, kâinatın herhangi bir yerindeki herhangi bir gezegenden gelen bir konuk olmayacak. 1989 yılında bunun haberi verilmişti aslında, sadece belleğimizi biraz zorlamamız gerekiyor. Vazgeçtim! Ne de olsa bir zihin oyunu oynamıyoruz burada. Sadede gelelim… O gün geldiğinde başınızı umutla gökyüzüne kaldırın ve Marty McFly isimli gencin DeLorean adlı aracıyla bir uçak misali süzülmesini bekleyin. Marty kim mi? Bir zaman yolcusu… 1989 yılında gaza basıp, zamanda 26 yıl atlayıp, 2015 senesinde fren pedalına basacak olan ve tüm bunları sadece saniyeler içinde yapacak olan kişi… Bu büyük buluşma yalnızca 5 sene sonra. Şimdilik yapabileceğimiz tek şey beklemek.
1911 Amerika’sındayız… Hugo Gernsback isimli genç bir yayıncı Amazing Stories adlı dergiyi piyasaya sürdü. Derginin adından da anlaşılabileceği gibi kamuoyuna alternatif bilim hikâyeleri sunan Gernsback, daha o yıllarda 27’nci yüzyılın teknolojisini kurguluyordu. Yazarın öykülerine göz atıldığında karşılaşılan ve öngörülen şeyler takdire şayandı. Televizyonlar, radar sistemleri, hayatı kolaylaştıran ev aletleri, otomatik içecek dağıtım makineleri… Neyse ki insanoğlu tüm bunları görmek için 27’nci yüzyılda yaşamak zorunda kalmayacaktı.
Yapmaya çalıştığı iş beklediğinden fazla ilgi görünce, yazar ve yayıncı olan Gernsback başka bir dergi daha çıkartmaya başladı. Derginin adı ‘Scientifiction’dı. Yani, ‘bilimsel’ ve ‘kurgu’ kelimeleri tek bir sözcük altında toplanıyordu. Bu terim daha sonra, Gernsback’in yoğun uğraşları sonucunda bir edebiyat akımını tanımlamak için kullanılmaya başlandı. Yeni olmayan, çok eskiden beri var olan bir tür bu sayede adsız kalmaktan kurtuluyordu. Öyle ki her yıl düzenli olarak dağıtılan Hugo Ödülleri, bilimkurgunun isim babası Hugo Gernsback’a karşı bir saygı duruşudur.
BİR EDEBİYAT BİÇEMİ OLARAK BİLİMKURGU

Bilimkurguyu salt sinema ürünü olarak nitelemek pek tabii sık düşülen büyük bir yanılgı. Objektiflerin ve sahne ışıklarının dünyasına girmeden çok önceleri dergi ve kitaplarda rastlanan, ataları arasında Jules Verne, Arthur C. Clarke, H.G. Wells, Aldous Huxley, Mary Shelley ve hatta George Orwell gibi isimlerin bulunduğu bir türdü bilimkurgu. Sinema sadece bu alanda yaratılmış fikirlerin görsel bir şölene dönüştürülmesine katkıda bulundu. Bilimkurgunun sinemaya olan katkısı ise hiç kuşkusuz çok daha büyüktü.
Pek çokları bilimkurguyu bir zaman kaybı olarak niteleyip, türün insan hayatına en ufak bir katkı yapmadığı görüşünce birleşir. Tüm bunların aksine bilimkurguyu çağdaş bilimin sunduğu veriler ile hayal gücünün birleşimi olarak yorumlayabilirsek göz ardı edemeyeceğimiz bir diyarın kapılarından içeriye adım atabiliriz. Bu açıdan bakıldığında kurgulanmış bilimle anlatılmaya çalışılanın sadece bir öykü olmadığını, aynı zamanda ütopik ve distopik geleceğin anarşizm ve totalitarizmin ışığında yansıtıldığını düşünürsek, türün köklerinde yatan gerçeği nasıl yok sayabiliriz ki! Bu noktada Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i rahatlıkla örnek teşkil edebilir. Rejim tarafından dayatılan kitapsız bir toplum düşünün… Geleceğin dünyası teknolojinin gelişimiyle bu hâli alabilir mi? Şu an dahi elimizi uzatsak anlatıldığı gibi bir toplumu ucundan yakalayabiliriz. Orwell’in başyapıtı 1984’ün dünyasında çizilen portre de farklı değildir. İletişim araçlarının dahi dinlenebildiği bir evrende özel hayat kavramının yıkılması mesaj gayesi güdülerek anlatılmıştır. Orwell bunu yapan ilk kişi de değildir üstelik ama 1984 en bilindik örnektir.
Kurgusal bilimin ana hatlarını yabancı yaşam formları, paralel evrenler, uzay ve zamanda yolculuk ile ileri çağ teknolojileri oluşturur. Jules Verne, Ay’a Seyahat’i yazdığında Neil Armstrong bırakın Ay’ı, dünyaya dahi ayak basmamıştı. Denizler Altında 20.000 Fersah basıldıktan yıllar sonra insanoğlu denizaltı gibi bir aracı tasarlayabilmişti. Öyle ya, öykülerinde kurguladığı teknolojilerin zamanla hayat bulması değil miydi Jules Verne’e “Bilim Falcısı” unvanını kazandıran? Şimdi kim iddia edebilir ki kurgubilimin insan hayatında bir gelişmeye katkıda bulunmadığını? “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” der Yahya Kemal.
Gelecek öngörülerinin izini Arthur C. Clarke’nin eserlerinde de sıklıkla görürüz. Bilimkurgu filmlerinin miladı olarak addedilen 2001: Bir Uzay Destanı’nın yazarı Clarke’den başkası değildir. 2008 yılında, 91 yaşındayken, hayata gözlerini yuman yazar, Heinlein ve Asimov ile birlikte türün en büyük üç yazarından biri olarak kabul edilir. NASA’nın son yıllarda üzerinde en çok durduğu konu olan Uzay Asansörü Projesi’nin fikir babası da Clarke’nin ta kendisidir. Yazar, Cennetin Çeşmeleri adlı eserinde bu öngörüsüne yer veriyordu.
1898 yılında yayınlanan ve iki defa sinemaya uyarlanan Dünyalar Savaşı’nın yazarı ise sıkça duyduğumuz bir isim: H.G. Wells. Hollywood bilimkurgularının vazgeçilmezlerinden biri olan Wells, Dr.Moreau’nun Adası, Görünmez Adam ve Zaman Makinesi gibi türün en iyi örneklerinden bazıları ile tanınır. Jules Verne’i örnek aldığını açıkça belirten yazar imgelem yeteneği sayesinde bilimkurgunun sınırlarını genişletmiş, Verne gibi geleceğe dair öngörülerinde başarılı olmuştur.
Jules Verne zamanından kalma bir bilimkurgu evreni yok artık insanların. Elbette geleceğe dair öngörülerin ardı arkası kesilmiyor fakat pek çoğu kendini tekrar ediyor ne yazık ki. Bunda teknolojinin yüz sene öncesine kıyasla büyük ilerleme kaydetmiş oluşunun payı çok büyük. İnsanlık artık ‘bilinmeyen’ olarak gördüğü pek çok şeye erişmiş durumda. Yüz yıl evvel atmosferin dışına adım atmak bir hayal iken, artık gezegenlerin yapıları hakkında hemen hemen tüm bilgilere sahip olabiliyoruz. O yüzden günümüz bilimkurgu eserlerinde gelecek zaman teknolojilerinden ziyade elimizdeki teknolojinin bizi nasıl bir kaos ortamına doğru götürebileceğine dair öngörülerle karşılaşıyoruz.
SİNEMANIN BİLİMKURGU İLE İMTİHANI

Bilimkurgu edebiyatının günümüz şartlarında takındığı maskeyi az çok ifade ettik. Bambaşka bir kulvarı var artık… Yalnız sinema için aynısını söylemek mümkün değil. Neticede sinema ne yaparsanız yapın tüketilen bir olgu. Türlü oyunlarla izleyiciyi şaşırtmak tamamen hayal gücünüze ve pek tabii ki yeteneğinize kalmış… Edebiyatta ise ipler okuyucunun elindedir ve yazar kesinlikle orijinal bir konu sunmak zorundadır. Dedik ya, sinema geleceği yansıtma kaygısı gütmez, dönem filmlerinde dahi istikrarı yakalayabilirsiniz. İyi bir gelecek senaryosu gibisi de yoktur tabii…
Beyazperde ile bilimkurgunun işbirliği aslında sinemanın ilk yıllarına uzanır. Sinema sanatının babası olarak kabul edilir George Méliès. İlk film stüdyosunun da sahibi olan bir dönemin illüzyon sanatçısı, bugün dahi kullanılmaktan vazgeçilmeyen pek çok tekniğin yaratıcısıdır. Sinematografı keşfeden ve sinemayı bir bilgi toplama aracı olarak gören Lumiere kardeşlerin aksine Méliès sinemayı olay aktarımı için kullanmış ve belki de yedinci sanatın şu anki hâlini almasında en büyük rolü oynamıştır. Méliès hiç şüphesiz en çok Le Voyage Dans La Lune (Ay’a Seyahat) filmiyle ünlenmiştir. 15 dakikalık bu kısa ve sessiz film sinemanın ilk örneklerinden biri olduğu kadar bilimkurgu türünde sunulan ilk filmdir. 1902 yılının bir ürünü olan yapım dünyadan fırlatılan roketin Ay’ın gözüne saplandığı sahneyle meşhurdur.
Sinemanın ilk örneklerinden itibaren görmeye alışık olduğumuz bir şey edebiyat uyarlamaları. Gelişen teknolojinin de yardımıyla buna en çok yakışacak tür de kuşkusuz bilimkurguydu. Ay’a Seyahat’in ardından George Méliès, Jules Verne eserlerini meraklı ve ilgili izleyiciye sunmaya devam etti. Üst üste çekilen Denizler Altında 20.000 Fersah ve Dünyanın Merkezine Yolculuk gibi yapımlar da kitlelerin ilgisini çekmek konusunda sıkıntı yaşamadı. Sinema aynı imkânlarla devam ettiği sürece bilimkurgu alanında üretilen eserlerde de pek bir yenilik görünmedi. 1920’li yıllarla birlikte uzun metraj çalışmaların üretiminde adeta patlama yaşandı. 1927’de Metropolis, 1931’de Frankenstein, 1933’de King Kong ve 1935’de Bride of Frankenstein gibi bugün dahi beğenilerek izlenen kült filmler farklı bir hayran kitlesinin oluşumuna katkıda bulundu. Özellikle Mary Woolstonecraft Shelley’in aynı adlı romanından uyarlanan ve içinde ziyadesiyle korku temaları barındıran eseri Frankenstein’in sinemayla buluşması müthiştir. Aynı zamanda ilk korku filmlerinden biri de olan yapımda Doktor Frankenstein’in canavarına hayat veren isim uzun boyu ve göz alıcı makyajıyla Boris Karloff’tur. Ceset parçalarının birleştirilmesi ve ortaya çıkan yeni bedenin elektrik akımıyla canlandırıldığı sahne dönemin şartları düşünüldüğünde takdire şayandır.
Bilimkurgu ve fantezinin harmanlandığı en iyi örneklerden biri de 1939 yapımı Oz Büyücüsü’dür. Kullandığı teknikle çok şey anlatan film renkleri ustalıkla yönetir. Başkarakter Dorothy’nin Kansas’da bulunan evi daima siyah-beyazdır. Gerçeklikten koptuğu ve hayal evrenine düştüğü anlar ise gökkuşağının bir yanılsaması gibidir. Fantezinin düş gücü ele alındığında akıl sınırlarını zorladığı bir gerçek. Aynı şekilde kendimizi bilimkurgu evrenine bıraktığımızda oranın, içinde bulunduğumuz dünyanın aksine başka renklerle bezeli olduğunu görüyoruz. Orada hikâyeler kadar hayatlar da çarpık ve çelişkilidir. Karakterler büyük bir istisna olmadığı sürece yanlış zamanda yanlış yerde bulunurlar. Tüm zamanların en kült eserlerinden olan ve Steven Spielberg’in imzasını taşıyan E.T. (Extra-Terrestrial) bu tezi doğrulayabilecek filmlerin başında geliyor. Uzak bir gezegenden dünyamıza gelen ve burada mahsur kalan ‘yabancının’ bu sıfatı neden hak ettiğini ancak izleyen bilebilir. Bir başka örnekte avucumuza konan kuş Edward Makaseller oluyor. Tim Burton’un en başarılı masalı olarak niteleyebileceğimiz film hüzün kokar. Yarım kalmış bir makine, insan devşirmesi… Edward’ın özeti budur.
Bilimkurgunun varoluşunun basılmamış toprakları arşınlama, gidilmemiş yerlere ulaşma kaygısı olduğu bilinmeli. Bunun için gerekli olan malzeme ise belli: özel efekt. Özel efekt sanatının gelişimiyle birlikte yönetmenler zamanlarını kamera önünden çok kamera ardından harcamaya başladılar. Düz bir ortamda elde edilen basit görüntüler bilgisayar ortamında, deyim yerindeyse, göz alıcı kıyafetleri üzerlerine geçiriyordu. Gişelere hükmetmenin yolu da buradan geçiyordu.
1968’de Stanley Kubrick yapılmamış olanı yaptı. Özel efektlerin başkalaşım gösterdiği ilk eserler arasında başı çekiyordu 2001: Bir Uzay Macerası… Arthur C. Clarke’nin romanından uyarlanan film konu bakımından vasatı aşamamış, ancak kullandığı teknolojiyle bilimkurgu filmlerinin miladını oluşturmayı başarmıştı. 2001: Bir Uzay Macerası’ndan sonra ve önce… Filmin yakaladığı başarıya ancak 10 sene sonra George Lucas’ın Star Wars’u erişebilecekti.
Geleceğe yönelik düşleri olanlar sadece Amerikalılar değildi. Başta Rus sineması olmak üzere Avrupa da rüzgâra kapılmıştı. Yakov Protazanov, Rusların bilimkurgu alanındaki ilk ürününü 1924 yılında Aelita ile verdi. İçinde romantizmden, komedi unsurlarına kadar her türlü duyguyu bulabileceğiniz filmde Mars üzerine farklı bir gelecek öngörüsü bulmak mümkün. Bu ilk denemeden sonra yaklaşık 50 sene boyunca elle tutulur bir bilimkurgu çalışması olmadı Rus sinemasının. Yarım asır sonra ortaya çıkan ünlü yönetmen Andrei Tarkovski, Solaris (1972) ve Stalker (1979) ile dikkatleri toplamayı başardı. Özellikle Solaris özel efektlere gerek duyulmaksızın çekilmiş ve buna rağmen gayet başarılı olmuştur. Yıllardır izleyici üzerindeki etkisini kaybetmeyen Stalker ise sıra dışı bir grubun ürkütücü yolculuğunu işler. Film gerilim dolu atmosferini siyahî tonlamasından alır.
Türün akımına kapılıp yatağını bulan ülkelerden bir diğeri ise Fransa’ydı. René Clair imzalı ilk deneme, gizemli ışınların yardımıyla Parislileri dondurmayı amaçlayan çatlak bir bilim adamını konu alıyordu. 35 dakikaya sığan Paris Qui Dort (At 3:25), Méliès’in Ay’a Seyahat’iyle teknik açıdan birçok benzerlik taşıyordu. Bunların başında zamanın animasyon üretiminde en çok tercih edilen yöntemi olan stop-motion teknolojisi geliyordu. Bu teknoloji fotoğraf sanatını ustalıkla kullanarak aslında durmakta olan nesneleri hareket ediyormuş hissi verme olanağı tanıyordu. Böylece bilimkurgu için ihtiyaç duyulan ilk teknolojinin bugün dahi kullanılan stop-motion olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Almanya’da ise Fritz Lang, Metropolis ile büyük ses getirmişti. İnsan mahiyetindeki bir makine sinema yoluyla ilk kez izleyici karşısına çıkıyordu. Filmde kapitalist düzenin işçi sınıfı üzerinde yarattığı sıkıntılar metaforik nesneler yardımıyla anlatılmak isteniyor, işverenleri tarafından zulme uğradıklarını iddia eden işçiler çareyi ürettikleri robotlarda buluyordu. Öte yandan Lang başka çalışmalar için de kollarını sıvamıştı. Metropolis’ten üç sene sonra By Rocket to the Moon’un çekimlerini tamamladı. Filmde Ay’da yığınla altın bulunduğuna inanan bir bilim adamının roketle Ay’a ulaşıp, uydumuzu ele geçirme çabaları işlenir. Böylece Neil Armstrong dünyaya gelmeden bir sene evvel, Fritz Lang insanoğlunun Ay’a ulaşma rüyasını bir kez daha mümkün kılar. Dolaylı yoldan da olsa…
Japonların bilimkurguya yaklaşımı ise biraz farklı oldu. Japonya, Hiroşima’da büyük bir trajedi ve yıkım yaşamıştı. Hayata yükledikleri anlam farklı, bünyeler yeterince duygusaldı… Haliyle bu hüzün her ne kadar içsel de olsa dışavurumu biraz değişik oluyordu. Nefret bu duyguların en yoğunuydu… Hiroşima’dan on sene sonra Japon sinemasında patlak veren Godzilla serisinin namı ülke dışına da hızla yayılmıştı. Nükleer radyasyonun yayımı ile tetiklenen ve mutasyona uğrayan Godzilla ve türevleri halka dehşet saçıyor, bir yandan da Japon halkının geçmişiyle yüzleşmesine üstü kapalı olarak olanak tanıyordu.
BİLİMKURGU MARKALARI

Steven Spielberg: Film stüdyolarının politikalarını kendine yakıştıramayan ve nihayetinde kendi stüdyosu Dreamworks’ü kuran bir yönetmen Spielberg. Yani, olağan görünen şeylere karşı bir isyankâr o. Kendi stüdyosunu açması demek kendi tercihleri doğrultusunda sanatını icra edebilmesi anlamına geliyordu. Kendisine sahip olduğu ünü bahşeden ilk önemli filmleri Close Encounter with the Third Kind ve E.T. The Extra-Terrestrial’da dost yabancıların ziyaretlerini ele alır. En büyük vurgununu ise 1993 yılında çektiği Jurassic Park ile yapan Spielberg, bu filmle sinemada bir devri kapayıp yenisini açar. Bilgisayar ortamında yaratılan dinozorlar başlı başına bir gövde gösterisidir.
George Lucas: Sinemanın eğitimini okulda almış ilk yönetmenlerden biridir George Lucas. Hocası ise Francis Ford Coppola’da başkası değildir. Coppola’nın stüdyosundan ayrıldıktan sonra ilk denemesini THX-1138 ile yaptı, fakat film izleyiciler tarafından aşırı karmaşık bulundu. 1977 senesinde çocukluğunda hayranlıkla izlediği Flash Gordon’dan ilham alarak Yıldız Savaşları efsanesinin ilk filmini izleyiciye sundu. Tamamen kendi imkânları ile çektiği film gişede büyük başarı elde edince Lucas bir anda Hollywood’un en zengin yönetmenlerinden biri oldu ve kurduğu Industrial Lights and Magic adlı görsel efekt şirketinde tüm enerjisini devam filmleri çekmek uğruna harcadı.
James Cameron: Cameron, Hollywood’un en çok kazanan yönetmenleri listesinde en tepedeki birkaç isimden biri. İkinci Piranha filmi ile kendini tanıtsa da bu filmden sadece üç sene sonra, 1984’de, bir bilimkurgu klasiği olarak kabul gören Terminatör ile kariyerinin dönüm noktasına ulaşacaktı. Kendisi kadar oyuncu Arnold Schwarzenegger’in da kariyeri için büyük önem teşkil eden filmde gelecekten gelen makinelerin, insanoğlunun tek umudu olan John Conner karakteri ile oynadıkları kedi fare oyununa tanık oluruz. 1991 yılında çekeceği bir diğer efsane Terminatör 2: Hüküm Günü’nden önce, serinin iki filmi arasına Aliens ve The Abyss gibi yaratık temalı kült filmleri sıkıştırmayı da başardı. 1997 yılında aylarca vizyonda kalan Titanic ile belki de bir dönemin en çok sözü edilen yönetmeni oldu. Titanik’in derin sulara kavuşması Cameron’u da etkilemiş olacak ki yönetmenliğe tam on üç sene ara verip, kendini açık denizleri keşfetmeye adadı. 2010’un ilk yarısında görücüye çıkan ve insanoğlunun kolonileşme sevdasını uzak gezegenlere taşıdığı Avatar ise tüm zamanların en çok izlenen filmi oldu.
Andrei Tarkovsky: “Sinemanın görsel yönünü en vurucu şekilde kullanan yönetmen kimdir?” sorusunun cevabı net bir şekilde Tarkovsky’dir. Onun şiirsel anlatımı bugün yakından tanıdığımız yönetmenlere esin kaynağı olmuştur ki bunlar arasında Andrei Zvyagintsev ve Nuri Bilge Ceylan’ı sayabiliriz. Tarkovsky dram yönünün ağır bastığı filmlerin yönetmeni iken Solaris ve Stalker için kırmızı çizgilerinden bir süreliğine arınmayı başarmıştır. Bilimkurguya armağan ettiği bu iki filmde teknolojik kolaylıkları ve özel efektleri reddetmiş, buna karşın bilimkurgunun ihtiyaçlarına ziyadesiyle yanıt verebilmiştir.
ELİMİZDE NE KALDI?

Gelecek öngörüsünde bulunanları hangi sıfatla çağırırsınız? Falcı, büyücü, kâhin… Sinemada bu işi bilimkurgu yapıyor işte. Yüz yıldır birileri hayalini kurdukları geleceği insanlığa aktarmaya çalışıyor. Sinema bu yolda sadece bir mecra, bir araç… Önce hayaller vardı… Hayalleriniz yoksa nasıl gerçek olabilirler ki? Jules Verne’nin kitabından 99, Méliès’in filminden 62 sene sonra Ay’a ulaşabildi insanoğlu. Hayalsiz, kurgusuz olur muydu sizce?
21 Ekim 2015’e kadar önümüzde beş seneden biraz daha fazla bir zaman var. Marty McFly gezegenimizin o günkü hâlini nasıl karşılar bilemeyiz. Hatta uçan arabaları bile yetiştiremeyebiliriz. Fakat uçan kaykayın hesabını kimselere veremeyiz. Yetkililer, harekete geçin!

Comments (0)