Sinemanın Merkezi: Animasyon

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:45

Türler arasında boğulan sinemanın en temel tekniği olan animasyon, geniş kitlelere hitap edebilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Animasyon filmler tek başına bu yönüyle bile büyük film şirketlerinin en bunalımlı zamanlarında tutunacakları bir dal olmayı başardı. Hedef kitle ayrımı yapmadan, yediden yetmişe tüm bünyelere hitap eden sinemanın bu en eğlenceli türünün geçmişine ve bugününe doğru nitelikli ve eğlenceli bir yolculuğa çıkacağız.
2001 yılında görücüye çıkan Dreamworks imzalı Shrek’in animasyon dünyasında farklı bir yer edinmesine sebebiyet veren olay, hiç kuşkusuz “en iyi animasyon” kategorisinde verilen ilk Oscar’ın sahibi olmasıydı. Kendisinden önce çekilen ve sinema eleştirmenlerine göre çok daha başarılı olan Aslan Kral (1994), Oyuncak Hikâyesi (1995) ve Noel Gecesi Kâbusu (1993) Akademi’nin mantık dışı kararlarının kurbanı oladursun, Shrek’in akabinde kısa bir duraklama dönemi geçiren animasyon dünyasında son zamanlardaki şahlanış işlerin rayına oturduğunun da habercisi bir bakıma. Her ne kadar 2000 yılı sonrası dönemde üretilen animasyonlar gelişmiş teknolojinin de getirisiyle salonların dolmasına katkıda bulunmuş olsa da perdede karşılaşılan sanattaki yarım kalmışlık gözlerden kaçmıyordu. Animasyon söz konusu olunca üretkenliğin, gelişmiş teknolojinin de yardımıyla, geçmiş yıllara oranla daha kolay olduğu bir gerçek. Fakat tüm bunların yanında sunulan yapım sayısındaki kalitenin 2000’li yılların başında düşmüş olması olayın vahametini endişe verici bir noktaya çekiyor. 1940’lı yıllardan 1990’lı yılların başına kadar olan başarısız sürecin bir yenisinin gelmesinden korkulurken, başını Pixar ve Walt Disney’in çektiği markalar sayesinde son birkaç yıldır animasyon dünyası üzerindeki ölü toprağını atmış görünüyor.
Animasyon mu Sinemadan, Sinema mı Animasyondan…

Her kırtasiyede ulaşılabilecek bir üründü kibrit kutusu büyüklüğündeki, her sayfasında bir öncekini takip eden resimlerin bulunduğu defterler. Bundan bir 10 sene evvel toplayıp evine stok yapmış olanlar için şu an çok büyük değeri olmalı bu küçük hayal dünyalarının. Zira bugünlerde bulmak zor ve pahalı… Yine de kimse okul yıllarında, bir ders sırasında, canı da sıkılmışken hani, defterinin alt köşesine takip eden yirmi sayfa boyunca birbirini tamamlayacak çizimler yapmadığını iddia edemez. Sonraki işlem malum… Hızla çevrilen sayfalar ve hareket eden resimler…
Bandı biraz geri sarmak gerek şu noktada. Sinemanın hayat bulduğu günlerin de ötesine geçmek konuyu çok daha iyi kavramayı sağlayacaktır. Fotoğraf makinesiyle tanışıldığı yıllardan itibaren animasyonun bilfiil aramızda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle 19.Yüzyıl’ın ortalarında resimler yardımıyla hareketli illüzyonlara sahip olmak mümkündü. Bu noktadan yola çıkarak animasyonun sinemanın bir dalı olduğundan ziyade sinemanın animasyonun bir türü olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
1892’de Belçikalı Joseph Plateau bir diske yerleştirdiği seri çizimlerden hareketli görüntüler elde etmeyi başardı. Plateau’nun icat ettiği bu diskin üzerinde bulunan deliklerden bakan kişi adeta bir kaleydoskop etkisi yaşıyor ve devir halindeki çizimlerin oluşturduğu hareketli görüntüyü izleyebiliyordu. Plateau’nun çalışmalarını ondan 50 sene sonra Emile Reynaud geliştirdi. Reynaud hareketi parçalara ayırıp, bunların elle çizilmiş resimlerini yeniden harekete geçirecek olan Praksinoskop’u icat etti ve bu tekniği ilk kez tiyatro izleyicilerine tanıttı.
Praksinoskop’un icadını takip eden 15 sene boyunca animasyon alanında büyük bir yenilik görülmedi. Bunun en büyük sebebi tabii ki sinemanın icat edilmiş olmasıydı. Kanlı canlı gerçek insanların yer aldığı filmleri izlemek seyirciye çok daha cazip geliyordu. Animasyona olan ilgiyi yeniden yükseltme görevi ise Stuart Blackton’a düşecekti. Blackton 1908 yılında animasyon alanında o güne dek yapılmamış olanı yaparak stop-motion tekniğini hayata geçirir. Objelere farklı hareketler vererek tek tek fotoğraflama işlemine dayanan bu yeni teknik saniyede 25 kare yakalamayı gerektiriyordu. O dönemin şartlarını da göz önünde bulundurursak sadece bir dakika sürecek bir stop-motion için günlerin harcanması gerekiyordu. Öte yandan günümüzde bir hayli revaçta olan bu tekniğe artık uzun metraj yapımlarda da rastlamak mümkün. Blackton’un çalışmaları daha sonra Emile Cohl tarafından devam ettirildi. Cohl 1908-1918 yılları arasında stop-motion tekniğini kullanarak 100’den fazla kısa animasyon filmi yaptı ve animasyon türünün bilinen ilk çizgi film karakterlerinin ortaya çıkmasını sağladı.
1920’li yılların başına gelindiğinde animasyon film yapmak artık can sıkıcı ve uğraşlı bir iş olmaktan çıkmıştı. Bunu sağlayan en büyük etken hiç kuşkusuz “cel” adı verilen yeni animasyon tekniğiydi. Bu sayede film bantlarının üzerinde, karakterlerin hareket halindeki taraflarının üzerinden geçilebiliyor ve karakterin tamamı ile arka planı her karede sürekli çizmek zorunda kalınmıyordu. “Cel” tekniği film şirketlerine animasyon türünden kazanç sağlayabilecekleri fikrini verdi ve 1920’li yılların başında çizgi film yapım birimleri teker teker sahne almaya başladı. Bu dönemin en büyük çizgi film karakteri Pat Sullivan’ın ortaya çıkardığı günümüzde de tanınan Kedi Felix oldu. Konuşma balonları ile desteklenen Felix animasyonların ses ile bütünleşmesine ve Mickey Mouse’un yaratılışına değin popülaritesini yitirmedi.
Teknolojinin hızı bir bebeğin öğrenme hızına eşitti. Haliyle ilk sesli çizgi film için de pek fazla beklenmedi. 1928 yılında Walt Disney’in bir harikası olan Steamboat Willie’de müzik bir arka plan destekleyicisi olarak kullanıldığı kadar karakterlerin hareketleri ile oluşan ritmi bütünleyici bir özelliğe de sahipti. İstimbot Willie aynı zamanda efsanevi çizgi fare Mickey Mouse’nin ilk kez seyirci karşısına çıktığı yapım olarak da ayrı bir öneme sahiptir. Walt Disney’in 1920’li yılların sonlarına doğru yarattığı Mickey Mouse, Donald Duck ve Goofy gibi çizgi karakterler o denli tutmuştu ki dönemin pek çok film yıldızının pabucu dama atılmıştı. O yıllarda çizgi film yapımı konusunda adeta bayrak şirket olan Disney Stüdyosu 1930’lu yılların sonuna kadar ABD’nin bacasız endüstrisi Hollywood’a bu alanda hükmetti. Bu yıllarda üretilen Snow White and the Seven Dwarfs (1937), Pinocchio (1940), Fantasia (1940), Dumbo (1941) ve Bambi (1942) gibi uzun metraj yapımlar Disney’in piyasadaki konumunu ve ününü sağlamlaştırdı. Söz konusu eserler düşünüldüğünde Fantasia’yı ayrı bir yere konumlandırmak gerekiyor. Fantasia tüm kareleri elle çizilmiş ve çizgi film ile klasik müziği bir araya getirmiş bir eserdi. Dönemin şartlarını da düşünürsek, iki saat boyunca dans eden karakterlerin tümünün çalan klasik müzikler ile aynı ritmi yakalamış olması takdire şayandır.
(Eğer başbakanın yaptığı gibi YouTube'a ulaşmanın bir yolunu bulmuşsanız hemen aşağıda Fantasia'dan bir bölümü izleyebilirsiniz.)

Kısa Animasyonlar Kontrolü Ele Alıyor

Başlangıçta nesil ayrımı yapmaksızın sadece eğlendirme amacı güden animasyon sineması 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren sinemanın karmaşıklığı içinde boğulan çocuklara hitap eden kısa filmlerden oluşan demetler de üretti. Özellikle 1947 yılına kadar sürekli yayınlanan Dave Fleisher imzalı Temel Reis’in başarısı Disney’in bu alandaki hegemonyasını uzun süre sarsmaya yetti. Aynı dönemde yine benzer amaçlarla yola çıkan bir başka ekip daha vardı. Arkalarına MGM’in desteğini alan William Hanna ve Joe Barbera’nın üretkenliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan Tom ve Jerry kuşaktan kuşağa yayılacak bir çizgi dizi halini alacaktı. Bugün dahi pek çok televizyon kanalında yayınlanmakta olan çizgi dizide öfkeli ve aç kedi Tom, zeki ve becerikli fare Jerry’i kovalarken ortaya çıkan aksiyon güldürü unsurlarını başarılı bir şekilde aktarır.
Sinemanın kükreyen aslanının kısa animasyon alanındaki başarısının yanında sönük bir dönem yaşamak istemeyen şirketlerin başında Warner Bros geliyordu. Warner Bros’un yardımına koşacak isim ise Chuck Jones’du. Jones’un sinema dünyasına kazandırdığı Porky Pig, Daffy Duck ve özellikle Bugs Bunny animasyon sinemasında devrim yarattı. Warner Bros ve Jones işbirliği üretmekten asla vazgeçmedi. 1950’li yıllarda ekibin ellerinden çıkan Road Runner ile Coyote, çölün tüm acımasızlığının sürate yenilmesini mükemmel bir uyumla yansıtıyordu. Yine de zamanın ilerleyişi ve haliyle televizyonun yavaş yavaş her eve girmeye başlamasıyla stüdyolarda üretim konusunda, özellikle ekonomik anlamda, türlü kısıtlamalara gitmek durumunda kaldılar. Kısa animasyonlar ve çizgi dizilerin hüküm sürdüğü yaklaşık 15 yıllık bu dönem, aynı zamanda animasyon sineması için bir hedef kitlenin belirlendiği tek dönem olma özelliğini de taşır.
Küresel Animasyon

Şu ana kadar anlatılanlara bakıp da Hollywood’un animasyon alanında dünyaya hükmettiğini düşünmek pek doğru olmayacaktır. Diğer ülkeler normal olarak bu tarzı deneme aşamasındaydılar ve ciddi anlamda üretmek konusunda biraz da geç kaldılar. Yine de Hollywood’dan geç kalmaları yaratıcılıklarının önünde bir engel değildi. Kanadalı Norman McLaren’in geliştirmiş olduğu teknik sayesinde filmin üzerine doğrudan çizim yapılabilmekteydi. McLaren ayrıca canlı hareket ve çizimi harmanlama konusunda da animasyon alanına yeni bir boyut kazandırır.
İngiliz sinemasında ilk uzun metraj animasyon ancak 1954 yılında üretilebildi. George Orwell’in ünlü eseri Hayvan Çiftliği’ni çizgiye uyarlayan isimler John Halas ve Joy Batchelor oldu. Yine de yüzyılın son dönemine kadar büyük bir patlama yapılamadı. 1990’lı yılların başında Aardman Animations’un bir ürünü olarak animasyon dünyasındaki yerlerini alan plastik çizgi karakterler Wallace ve Gromit’in ekmeği uzunca bir süre yenildi. Wallace ve Gromit, İngiliz animasyonları için büyük bir ilham kaynağıydı. 1993 yılında En İyi Kısa Animasyon Oscar’ını kazanan Wallace and Gromit in the Wrong Trousers’in ardından çekilen devam filmlerinin neredeyse tamamında Wallace ve Gromit’in izinden gidildiği görülmektedir.
Animasyon sinemasında Amerika’dan sonra en fazla başarı sağlayan ülke hiç kuşkusuz Japonya oldu. Anime olarak bilinen Japon animasyonları film yapımcılarının Amerika, Fransa, Almanya ve İngiltere’de bu alandaki gelişmeleri keşfetmesiyle başlar. Bunun yanı sıra Japon sineması dünyaya açılma konusunda sıkıntı yaşıyordu. Japonların biçim olarak Batı’ya benzemiyor oluşları ve filmlerinde genellikle göz yorucu bir sürate kaçmaları yapımların ülke dışında başarıya koşmasını engelliyordu. Animasyon sineması onlara bu duvarı yıkma şansını sundu. Artık karakterleri istedikleri şekle bürüyebileceklerdi. “Anime”nin tohumlarını atan isim ise Osamu Tezuka’ydı. Genç yaşında 8mm’lik kamerası yardımıyla kısa animasyonlar çekmeye başlayan Tezuka’nın en büyük ilham kaynağının Walt Disney olduğu bilinmektedir. 1970’li yıllarda Japon çizgi romanı olan Mangalar büyük bir ilgi görmekteydi. 1980’li yılların başından itibaren mangaların seri bir şekilde animeye dönüşmesi ise adeta moda oldu. 1990’dan itibaren animeler yavaş yavaş dünya çapında bir fenomen halini almaya başladı. Bu dönem içerisinde üretilen Bleach, Captain Tsubasa, Cowboy Bebop, Dragonball, Naruto, Pokemon ve Transformers gibi pek çok çizgi dizi dünya genelinde ve tabii ki Türkiye’de büyük ilgi gördü. Ayrıca duygusallığın ve fantezinin bolca dışa vurulduğu Ruhların Kaçışı (2001), Prenses Mononoke (1997) ve Ateşböceklerinin Mezarı (1988) Japonya’nın animasyon konusunda başı çeken ülkelerden biri olduğunun resmiyetiydi.
Kıssadan Hisse…

Animasyon dünyası sinemanın içinde bulunduğu keşmekeşten başarıyla sıyrılabilmesi bakımından önemlidir. Animasyon istediğinizi yapabilme imkânı sunuyor size. Gerektiğinde çocukların ihtiyacı olanı verip onlar için bir elma şekerinin görevini yerine getirebilirken yetişkinler de yüreklerinden yakalanıyor aynı zamanda. Üstelik ne yapılırsa yapılsın izleyici tarafından yadırganmak gibi bir durum söz konusu değildir. Pastel renklerin büyüsü bunu emreder çünkü.

(Bu yazı RoadLife dergisinin Ocak 2010 sayısında yayınlanmıştır)

Comments (0)