2026’ya girerken dünya ekonomisi
2 gün önce
Evrendeki her kavramın, duygunun çıkış noktası sevgi olmalı... Aksi takdirde savaşları, her gün patlayan bombaları, dargınlıkları, kırgınlıkları kimseye anlatamayız. Özellikle de kendimize... İnsanoğlu değil midir bir sevgi timsali olarak yükselen bebeklerden katil yaratan? Maalesef okuduklarıyla değil de gördükleriyle rotasını çizen bir varlığız. İşin sürekli kolay kısmına tutunuyoruz. "Silah çıktı mertlik bozuldu" nidalarıyla suçu objelere atmak da bu yola çıkarıyor bizi. Öfkeyi, nefreti, hor görmeyi beynimizde filizlendirdikten sonra kime ne anlatabiliriz ki? Bir insanın faşist addedilmesi için diğerlerini ötekileştiriyor olması yeterlidir. Sırf kafamızdaki insan profiline uymadığı için kaç kişi küçük görmüşüzdür bugüne kadar? Küresel dünyanın küresel sorunudur bu...
Jeremy "Powder" Reed... Doğumu sırasında annesinin ölümüne neden olmuş, farklılığı nedeniyle henüz kundaktayken babası tarafından terk edilmiş albino bir genç... Onu diğerlerinden ayıran tek şey dış görünüşü değil aslında. Sahip olduğu telepatik ve paranormal yetileri sayesinde bir anda yabancı bir portre çizer dış dünyaya. Bir evin bodrum katında yıllarca büyükannesi ve büyükbabası tarafından büyütülen Powder'a onların vefatıyla birlikte dış dünyanın kapıları açılır. Bilimadamlarının önünde dünyanın gelmiş geçmiş en zeki adamıdır, halkın gözünde ise uzak durulması gereken bir yabancı... Tüm bu kargaşının arasında Powder, evi olarak nitelediği gerçeği arayış içerisindedir.
Donnie Darko ödülü yalan oldu, hatırlarsınız sanırım. Bir Bilmecem Var Çocuklar'da birkaç hafta önce sorulan soru David Lynch'in The Straight Story'sine aitti. Tahmin eden kimse olmadığı için Donnie Darko DVD'sinin akıbeti farklı oldu. Neyse...
2001 yılında görücüye çıkan Dreamworks imzalı Shrek’in animasyon dünyasında farklı bir yer edinmesine sebebiyet veren olay, hiç kuşkusuz “en iyi animasyon” kategorisinde verilen ilk Oscar’ın sahibi olmasıydı. Kendisinden önce çekilen ve sinema eleştirmenlerine göre çok daha başarılı olan Aslan Kral (1994), Oyuncak Hikâyesi (1995) ve Noel Gecesi Kâbusu (1993) Akademi’nin mantık dışı kararlarının kurbanı oladursun, Shrek’in akabinde kısa bir duraklama dönemi geçiren animasyon dünyasında son zamanlardaki şahlanış işlerin rayına oturduğunun da habercisi bir bakıma. Her ne kadar 2000 yılı sonrası dönemde üretilen animasyonlar gelişmiş teknolojinin de getirisiyle salonların dolmasına katkıda bulunmuş olsa da perdede karşılaşılan sanattaki yarım kalmışlık gözlerden kaçmıyordu. Animasyon söz konusu olunca üretkenliğin, gelişmiş teknolojinin de yardımıyla, geçmiş yıllara oranla daha kolay olduğu bir gerçek. Fakat tüm bunların yanında sunulan yapım sayısındaki kalitenin 2000’li yılların başında düşmüş olması olayın vahametini endişe verici bir noktaya çekiyor. 1940’lı yıllardan 1990’lı yılların başına kadar olan başarısız sürecin bir yenisinin gelmesinden korkulurken, başını Pixar ve Walt Disney’in çektiği markalar sayesinde son birkaç yıldır animasyon dünyası üzerindeki ölü toprağını atmış görünüyor.
Animasyon mu Sinemadan, Sinema mı Animasyondan…
Praksinoskop’un icadını takip eden 15 sene boyunca animasyon alanında büyük bir yenilik görülmedi. Bunun en büyük sebebi tabii ki sinemanın icat edilmiş olmasıydı. Kanlı canlı gerçek insanların yer aldığı filmleri izlemek seyirciye çok daha cazip geliyordu. Animasyona olan ilgiyi yeniden yükseltme görevi ise Stuart Blackton’a düşecekti. Blackton 1908 yılında animasyon alanında o güne dek yapılmamış olanı yaparak stop-motion tekniğini hayata geçirir. Objelere farklı hareketler vererek tek tek fotoğraflama işlemine dayanan bu yeni teknik saniyede 25 kare yakalamayı gerektiriyordu. O dönemin şartlarını da göz önünde bulundurursak sadece bir dakika sürecek bir stop-motion için günlerin harcanması gerekiyordu. Öte yandan günümüzde bir hayli revaçta olan bu tekniğe artık uzun metraj yapımlarda da rastlamak mümkün. Blackton’un çalışmaları daha sonra Emile Cohl tarafından devam ettirildi. Cohl 1908-1918 yılları arasında stop-motion tekniğini kullanarak 100’den fazla kısa animasyon filmi yaptı ve animasyon türünün bilinen ilk çizgi film karakterlerinin ortaya çıkmasını sağladı.
Teknolojinin hızı bir bebeğin öğrenme hızına eşitti. Haliyle ilk sesli çizgi film için de pek fazla beklenmedi. 1928 yılında Walt Disney’in bir harikası olan Steamboat Willie’de müzik bir arka plan destekleyicisi olarak kullanıldığı kadar karakterlerin hareketleri ile oluşan ritmi bütünleyici bir özelliğe de sahipti. İstimbot Willie aynı zamanda efsanevi çizgi fare Mickey Mouse’nin ilk kez seyirci karşısına çıktığı yapım olarak da ayrı bir öneme sahiptir. Walt Disney’in 1920’li yılların sonlarına doğru yarattığı Mickey Mouse, Donald Duck ve Goofy gibi çizgi karakterler o denli tutmuştu ki dönemin pek çok film yıldızının pabucu dama atılmıştı. O yıllarda çizgi film yapımı konusunda adeta bayrak şirket olan Disney Stüdyosu 1930’lu yılların sonuna kadar ABD’nin bacasız endüstrisi Hollywood’a bu alanda hükmetti. Bu yıllarda üretilen Snow White and the Seven Dwarfs (1937), Pinocchio (1940), Fantasia (1940), Dumbo (1941) ve Bambi (1942) gibi uzun metraj yapımlar Disney’in piyasadaki konumunu ve ününü sağlamlaştırdı. Söz konusu eserler düşünüldüğünde Fantasia’yı ayrı bir yere konumlandırmak gerekiyor. Fantasia tüm kareleri elle çizilmiş ve çizgi film ile klasik müziği bir araya getirmiş bir eserdi. Dönemin şartlarını da düşünürsek, iki saat boyunca dans eden karakterlerin tümünün çalan klasik müzikler ile aynı ritmi yakalamış olması takdire şayandır.
Küresel Animasyon
Animasyon sinemasında Amerika’dan sonra en fazla başarı sağlayan ülke hiç kuşkusuz Japonya oldu. Anime olarak bilinen Japon animasyonları film yapımcılarının Amerika, Fransa, Almanya ve İngiltere’de bu alandaki gelişmeleri keşfetmesiyle başlar. Bunun yanı sıra Japon sineması dünyaya açılma konusunda sıkıntı yaşıyordu. Japonların biçim olarak Batı’ya benzemiyor oluşları ve filmlerinde genellikle göz yorucu bir sürate kaçmaları yapımların ülke dışında başarıya koşmasını engelliyordu. Animasyon sineması onlara bu duvarı yıkma şansını sundu. Artık karakterleri istedikleri şekle bürüyebileceklerdi. “Anime”nin tohumlarını atan isim ise Osamu Tezuka’ydı. Genç yaşında 8mm’lik kamerası yardımıyla kısa animasyonlar çekmeye başlayan Tezuka’nın en büyük ilham kaynağının Walt Disney olduğu bilinmektedir. 1970’li yıllarda Japon çizgi romanı olan Mangalar büyük bir ilgi görmekteydi. 1980’li yılların başından itibaren mangaların seri bir şekilde animeye dönüşmesi ise adeta moda oldu. 1990’dan itibaren animeler yavaş yavaş dünya çapında bir fenomen halini almaya başladı. Bu dönem içerisinde üretilen Bleach, Captain Tsubasa, Cowboy Bebop, Dragonball, Naruto, Pokemon ve Transformers gibi pek çok çizgi dizi dünya genelinde ve tabii ki Türkiye’de büyük ilgi gördü. Ayrıca duygusallığın ve fantezinin bolca dışa vurulduğu Ruhların Kaçışı (2001), Prenses Mononoke (1997) ve Ateşböceklerinin Mezarı (1988) Japonya’nın animasyon konusunda başı çeken ülkelerden biri olduğunun resmiyetiydi.
Kıssadan Hisse…All Rights Reserved. Kültür Sepeti 2
Theme by Cheap Hosting | Converted into Blogger template by Theme Craft