Dennis Hopper: Son Viraj Dönüldü

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:15

Oyuncu, yönetmen, fotoğrafçı, ressam… Dennis Hopper denince akla ilk gelen özellikler bunlar olsa da gözün göremeyip kulağın duyamadığı yerde fazlası var aslında. Büyük paraların döndüğü, yıldız oyuncuların ekranları süslediği ve dev reklam kampanyalarının desteklediği anaakım Amerikan sinemasına karşı direnen birkaç genç isimden biriydi o. Bugün Amerikan bağımsız sineması var olabilmişse hiç şüphe yok ki şükredilecekler arasında başı çekiyor Hopper. İmkânsızlıklar çöplüğünde hayatta kalabilmenin yolunu Hollywood’a kanıtlayabilmiş bu sıra dışı adam artık yok. “Ustalara Saygı Kuşağı”nın bir meleği olarak niteleyebileceğimiz üstada karşı bir saygı duruşunda bulunacağız.
Çok güzel bir diyar var. Nerede olduğunu tam olarak idrak edemiyoruz. Şarkıda söyler ya hani “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de o bizim köyümüzdür” diye… Bir bakıma aynı kapıya çıkıyoruz. Şu anda gidebilmemiz imkânsız görünüyor o diyara. Yine de biliyoruz ki gün gelecek adres defterimizin açık olan sayfası o diyarı işaret edecek. Hem neden mi çok güzel bir yer bu diyar? Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim o vakit. Güzel insanlar var orada ve daha da önemlisi güzel atlarla gidiliyor o diyara. Öyle olmasaydı büyük usta Yaşar Kemal, “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler” diye not düşer miydi İnce Memet’in finaline? Yıllar önce en yakın arkadaşı James Dean atını mahmuzlayarak giderken o diyara, Hopper ne düşünüyordu bilemeyiz, fakat tek bir şeyden emin olabiliyoruz; Dennis Hopper artık James Dean’in yanı başında.
17 Mayıs 1936’da Kansas’da Dennis Lee Hopper’i karşılayan hayat, onu kısa süre içerisinde oyunculuğa ve yönetmenliğe sürükleyecek, tüm zamanların en iyi “kötü adam”larından biri haline getirecekti. Yaşama gözlerini açtığı çiftlik evinde serpildikten sonra annesinin ve babasının iş yaşantıları yüzünden San Diego’ya sürüklendi. Liseyi okuduğu Helix High School’da sinemaya merak duymaya başladı ve bu ilgisi sayesinde kendisini Old Globe Theatre’de buldu. Burada kısa sürede fark edilmeyi başaran Hopper bu yola baş koymuştu ve gözünü daha büyük sofraya dikmişti. Oyunculuk ve yönetmenlik hevesinden aldığı ilham ile sinema tekniklerini öğrenebilmek adına soluğu New York’un ünlü stüdyolarından birinde, Actors Studio’da, aldı.
1947 yılında Anna Sokolow, Cheryl Crawford, Robert Lewis ve Elia Kazan’ın önderliğinde kuruldu. Kurulduğu günden bu yana kendisini oyuncu yetiştirmeye adayan bu popüler kurum zamanla Marlon Brando, James Dean, Robert de Niro, Jane Fonda, Jack Nicholson, Al Pacino, Anthony Quinn ve Jon Voight gibi isimleri dünya sinemasına birer armağan olarak sunacaktır. Actors Studio yöntem oyunculuğunu esas almış bir kurumdu. Buna göre aktör adayları ortak bir sahnede topluca rol alıyordu ve bu durum onların doğaçlama yeteneklerini geliştirirken, onları başlı başına bir beyazperde ikonu olmaktan kurtarıyordu. Dennis Hopper’a Actors Studio günlerinden kalan en büyük nitelik hiç şüphe yok ki eşi benzeri olmayan doğaçlama becerisidir. Yine de ister her iyi özelliğin insana cenneti bahşetmeyeceğine yorun, ister meyve veren ağacın taşlanacağı gerçeğiyle yüzleşin… Hollywood gibi kendi kurallarını kendisi koyan kapitalist bir sistemin karşısında, kendi iplerini kendi tutmak isteyenlerin pek şansı yoktu. Doğaçlamadaki ısrarı yüzünden Hopper’in kariyerinin bir bölümü günü geldiğinde sekteye uğrayacaktı.
İLK ADIMLAR VE JAMES DEAN

Onca yılın yorucu eğitiminde sonra sıra adını duyurmaya gelmişti. Dennis Lee Hopper profesyonel anlamdaki ilk oyunculuk deneyimini diziler sayesinde elde etti. Televizyonun popülerliğinin bir getirisi olarak o dönem bir hayli izleyici kitlesine sahip olan Medic (1954), Cheyenne (1955) ve Sugarfoot (1957) gibi dizilerde yan rollerde görev aldı. Kamera önündeki rahatlığı ile dikkatleri çektikten sonra ilk sinema filmi denemesinde Joan Crawford ve Ernest Borgnine gibi iki isimle birlikte Johnny Guitar’da rol aldı. Bu filmin hemen ardından Rebel Without a Cause’de daha sonra çok yakın arkadaş olacağı James Dean ile birlikte oynama fırsatı buldu. İkilinin mevzubahis film sayesinde başlayan dostlukları 1955 senesinde Dean’in elim bir trafik kazasına kurban gitmesi üzerine yerini hatıralara bırakır. James Dean aynı zamanda Hopper’in fotoğrafçılık tutkusunu da keşfeden isimdir. Hopper’deki bu yeteneği gören Dean, arkadaşını fotoğrafçılığı sinemanın yanında bir alternatif olarak tutması gerektiği konusunda teşvik eder. Oyuncu 1980’li yılların sonunda çıkardığı ve çektiği fotoğraflardan derlediği kitabında da arkadaşına bunun için teşekkür etmeyi ihmal etmemiştir.
Dennis Hopper yaşantısı boyunca James Dean’in birlikte çalıştığı en iyi oyuncu olduğunu dile getirmekte tereddüt etmeyecektir. Bir söyleşisi sırasında Dean hakkında dile getirdiği sözler kariyeri boyunca örnek aldığı kişiyi en güzel haliyle ifade etmiştir: “Jimmy gözlerimin gördüğü en iyi aktördür, bu kesin. O aynı zamanda kendi yeteneklerine sınırlama getirmeye çalışanlara karşı bir gerilla rolü de üstleniyordu. Bir keresinde sırf bu yüzden, gözlerimin önünde, cebinden çıkardığı bir bıçakla yönetmenin üzerine yürümüş ve onu öldürmekle tehdit etmişti. O gün bugündür sanatımda ve hayatımda onu örnek alıyorum. Hoş, bu başıma çok iş açtı.” Gerçekten de öyledir…
Dennis Hopper’in kariyerinin ilk yılları dışarıdan göründüğü gibi tozpembe değildi aslında. Başarı merdivenlerini birer birer tırmanmak elbette amacıydı fakat hesapta olmayan bir durum vardı ki bu da aşırı derecede agresif bir tutum sergiliyor oluşuydu. Kariyerinin ilk yapımlarında ortaya koyduğu yeteneklere karşın uzunca bir süre kalburüstü eserlerde boy göstermek zorunda kalışı da hiç kuşkusuz bu yüzdendir. 1958 senesinde gösterime giren From Hell to Texas (Cehennemden Teksas’a) isimli filmde o güne kadarki en iyi çıkışını yakalayacağını düşünmektedir. Bu düşüncesinde haksız da değildir işin doğrusu. Müthiş bir performansa imza attığı film ile tüm takdirleri toplasa da kazın bir de öteki ayağı vardır tabii. Filmin çekimleri esnasında, yönetmen koltuğunda oturan Henry Hathaway ile birçok kez ipleri koparma noktasına gelmişlerdir. Bunun sebebi de, Hathaway’in bakış açısını göz önünde bulundurursak, Hopper’in sette doğaçlamaya fazlasıyla yer ayırıyor olmasıydı. Filmin çekimleri tamamlandıktan sonra Hopper, kamuoyundan olumlu tepkiler almış olsa da filmin yönetmeni Hathaway aktörün Hollywood’daki işini bitirmekte kararlıdır. Bu amaçla bacasız endüstrinin en koyu buharlarını tüttüren film stüdyoları ile bağlantılar kurup, Hopper’in büyük yapımlarda rol almamasını ister.
Kariyer yapma fırsatını elinde bulunduran bireyler üzerinde seyrettikleri basamakları emin adımlarla çıkarlar. Hopper’in yapmak istediği de bundan başka bir şey değildi şüphesiz. Farklılığı ve sıra dışılığı onu bu yola sürükleyen en önemli etkendi. “Farklılıklar ne zamandır insanların yolunu tıkıyor?” diye sorulabilir. Ancak unutulmamalıdır ki Hollywood gibi bir kurtlar sofrasında başına buyruk hareketlerin ne yazık ki bir diyeti vardır. Hülasa, Hopper başladığı yere geri dönmüştür. Tüm büyük kapılar kapalıdır artık. Birileri sinema mı demişti? Orta karar TV dizileri onun yolunu gözlemekteydi.
HERKES GİDER MERSİN’E, BEN GİDERİM TERSİNE

Cehennemden Teksas’a adlı yapımın akabinde filmin yönetmeni Henry Hathaway’den büyük darbe yiyen Dennis Hopper için bant hızla geri sarılmaya başlanmıştı. 1950’li yıllar son demlerini yaşıyordu. Bütün Amerika her gün, saatler boyu, aptal kutusuna kilitleniyordu. Talebe arz ile karşılık vermek zorundaydı televizyon stüdyoları. Deyim yerindeyse beyaz cam dizilerden geçilmiyordu. Anlaşılan oydu ki Hopper’in uluslar arası planları uzunca bir süre daha askıda kalacaktı. 1960’lı yılların başından itibaren sürekli olarak dizilerden boy göstermeye başladı Hopper. Küçük film stüdyolarından ender gelen sinema projelerini de değerlendirmekten geri kalmıyordu bu dönemde. Ancak söz konusu filmlerin kendisinin hayalleri ile uyuştuğunu söylemek pek de doğru olmaz. İçinde bulunduğu durumun çok daha vahim olan yanı ise rol aldığı sayısız televizyon dizisinin hemen hemen tamamında konuk oyuncu olarak yer alıyor oluşuydu. Yani hikâyeyi özetlersek, kariyerinin henüz başındayken Hathaway ile uğraşmak ona pahalıya mal olmuştu.
Dennis Hopper’in içinde bulunduğu bu “ikinci başlangıç” durumu adımların daha sağlam basılmasına ön ayak olmuştu. Bundan çok daha önemlisi yakın bir gelecekte Hopper, içinde bulunacağı bir grup genç isimle birlikte Amerikan insanına sinemanın sadece Hollywood’dan ibaret olmadığını kanıtlayacak ve Amerikan bağımsız sinemasının oluşumunda büyük rol oynayacaktı.
1960’lı yılların sonuna doğru gelindiğinde vahşi batı temalı birkaç filmde kötü ve acımasız karakterlere bürünerek televizyon ekranlarından yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Bu filmlerden ikisi olan Hang ‘Em High ve True Gift’de John Wayne ve Clint Eastwood gibi türün isim yapmış oyuncuları ile çalışma fırsatı yakaladı. Kapıyı yeniden aralamıştı. Bir yerden öyle bir yumruk çıkarmalıydı ki temellerini kalıcı olarak atabilsin sinemaya… Çok beklemek zorunda kalmadı ama günü geldiğinde hiç beklenmedik yerden vurmasını da bildi. 1969 yılında Hollywood, Hopper’in sinemaya yapacağı büyük vurguna tanıklık edecekti.
HIZLA ÇIKILAN BASAMAKLAR

Her şey gün gibi aşikârdı. Hopper yeniden adından söz ettirmeye başlamıştı. İşlere tam da rayına oturmuş gözüyle bakılabilecek bir ortamda Hopper aslında tam da kendinden bekleneni verdi ve büyük bir risk alarak kendi kafasındaki bir projeyi hayata geçirmeye karar verdi. Kendi yazdığı bir senaryo metni vardı elinde. Üstelik bu projeye güveni de tamdı. Hemen çalışmalara başladı. Projeye ünlü oyuncular Peter Fonda, Jack Nicholson ve senaryo yazarı Terry Southern’i de dâhil ettikten sonra iş hızlı bir şekilde ilerleme kaydetti. Dennis Hopper bu ilk büyük projesinde kameranın hem arkasında hem de önünde görev alıp, yönetmenlik ve oyunculuğu aynı anda deneyecekti. 1969’un ilkbaharında vizyona giren Easy Rider düşük bütçesine ve neredeyse hiç reklamının yapılmamasına karşın kısa sürede gişede büyük bir başarı elde ederek, maliyet/hasılat oranı ele alınınca tüm zamanların en başarılı işlerinden birine imza atmış oldu. Hopper, kendisine Oscar adaylığı da getiren Easy Rider ile Amerikan ana-akım sinema kültürüne, işin dev bütçelerde ya da devasa reklam kampanyalarında bitmediğini, yıldız oyuncuların izleyiciyi sinema salonlarına çekmeye yetmeyeceğini apaçık bir şekilde kanıtlamıştı.
Easy Rider dönemin Amerikan gençlerine ışık tutan bir yapımdı. Motosiklet çılgınlığını alabildiğine yaşayana Amerikan gençleri üzerinden o neslin iç dünyasına doğru bir çıkarım yapan film, bir baltaya sap olamamış fakat bunun farkında dahi olmayan şahısları ustalıkla irdeler. Yine de dönemin motosiklet çılgınlığı içinde kavrulan genç kesimi konu alan salt bir film görüntüsünden dakikalar geçtikçe uzaklaşan Easy Rider’da, izleyenler bir anda kendilerini Amerikan toplumunun baskıcı düzeni arasında buluverirler. Amerikan Rüyası olarak adlandırılan olgunun aslında şişirilmiş bir balondan öte olmadığı, izleyicinin yüzüne tutulan bir ayna misali yansıtılır.
Easy Rider’in gerek toplumsal mesaj verme yolunda kat ettiği yol, gerekse imkânsızlıklar altında dahi yapılabileceklerin aslında kısıtlı olmamasını gözler önüne sermesi Hollywood yapımcılarını dümen kırmaya teşvik etti. Artık ünlü film stüdyoları yapımcılara ve yönetmenlere dev bütçeler sunmuyor, onlardan para yerine yaratıcılıklarını konuşturmalarını istiyordu. Böylece Hollywood bir anda düşük bütçelerle çekilen ve Amerikan gençliğinin sorunlarıyla ilgilenen mütevazı yapımlarla dolmaya başlamıştı. Taklitler aslını yaşatmaya devam ediyordu. Hopper’in ise artık geleceği konusunda bir kaygısı kalmamıştı.
BAĞIMSIZ YAPIMLAR VE AVRUPA

Kariyerinin sürekli dizi setleri arasında mekik dokuyarak geçeceği endişesinden kurtulmuştu Dennis Hopper. Üstelik Easy Rider ile gelen başarı biraz da kendine güven aşılamıştı onun sinemacı ruhuna. Daha fazla dizi yoktu artık, belki hobi için yine yapardı ileride, ama artık önceliği sinemaydı kuşkusuz. 1970’li yılların başından itibaren bu alanda gerek oyuncu gerekse yönetmen olarak hızla faaliyet vermeye başladı. Sinema projeleri birbirini takip ederken, Hopper zaman zaman setten sete koşturmak zorunda kalıyordu. Özellikle True Gift ve The American Friend ile başarısını taçlandırsa, oyunculuk kariyerinin nirvanasını 1979 yapımı Apocalypse Now (Kıyamet) ile yaşadı.
Efsanevi üçleme The Godfather ile akıllara kazınan yönetmen Francis Ford Coppola’nın “en iyi işim” dediği Apocalypse Now’da Martin Sheen, Marlon Brando, Robert Duvall ve Harrison Ford gibi büyük oyuncularla aynı kameranın önüne geçti. Vietnam Savaşı’nın bambaşka bir boyutta ele alındığı yapımda bir savaş foto-muhabirini canlandıran Hopper, artık daha fazla bağımsız filmde yer almayı kafasına koymuştu.
Bir zamanlar kendisini hor görüp, merdivenden aşağı itenler ısrarla yerlerinde saymaya devam ederken, Hopper sınırlarını Amerika’nın da ötesine genişletmişti. Özellikle Avrupa’da birçok başarılı projede yer alarak yeteneklerinin sadece Hollywood ile sınırlı olmadığını cüretkârca ortaya koymuştu. İngiliz, İspanyol ve Fransız yapımlarında hatırı sayılır ölçüde rol almış, Avrupa’daki en başarılı işine ise bir Alman filmi altında imzasını atmıştır. İlk büyük başarısını Paris, Texas (1984) ile yakalamış, daha sonra çektiği Wings of Desire ve Buena Vista Social Club eserleri ile sinema dünyasındaki yerini sağlama almış olan Alman yönetmen Wim Wenders’in The American Friend adlı filminde yönetmenin başarısına ortak olmuştur. Dennis Lee Hopper artık uluslararası bir üne sahiptir.
OLGUNLUK DÖNEMİ

1980’li yıllarında ortasına kadar yaptıkları bunlardı Dennis Hopper’in. Yer aldığı yapımlar özgeçmişinin Hollywood’a dönüş için yeteri kadar parlamasına elverişliydi. Zira bir anda kimsenin beklemediği bir başarı elde eden Hopper, kelimenin tam anlamıyla değere binmişti ve Amerikan sineması onu bir kez daha kaybetmeye niyetli değildi. Aynı yıllarda Hollywood’a dönüş yaparken yurt dışı çalışmalarından da geri kalmaya razı değildi. Aslına bakılırsa bu imzasız akit her iki tarafı da memnun edebilirdi. Neticede Hopper kariyer bakımından hayal ettiğinin ötesinde bir yere konuşlansa da özel hayatı için aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Pek çok kötü alışkanlığı vardı ve Hollywood’un ona bunlardan arınma hususunda oldukça katkısı olduğu söylenebilir.
1983 yılında çekilen ve yine bir Coppola filmi olan The Rumble Fish’de müthiş oynayan Hopper, geçmişine dair kötü anıların izlerini sildiğini gösteriyordu adeta. Bunun diğer yapımcı ve yönetmenler için bir teminat olmadığını kim söyleyebilirdi ki? Öyle ya tüm bu gelişmelerin akabinde dönemin kült filmlerinden Blue Vevlet’de, bilinçdışı filmlerin yönetmeni David Lynch’in tam da kafasındaki adamdır.
1980’li yıllar Dennis Hopper’in sinemaya olan hizmetinin sadece oyunculuk ve yönetmenlik üzerine kısıtlı olmadığını göstermesi bakımından da kayda değerdir. Yayınlandığı dönemde büyük ilgi uyandıran Rabbit Ears animasyon serisinde hikâye anlatıcısı olarak seslendirme sanatçılığı görevi yine Hopper’e bahşedilmişti. Bu alandaki başarısı oyunculuk kariyeri açısından da bir referans oluşturmuş olacak ki, 1993 yılında popüler bir video oyunundan beyazperdeye aktarılan Süper Mario Kardeşler adlı yapımda kötü karakterlerden King Koopa’ya can verir. 1990’lı yıllar sadece Türkiye’de bir geçiş dönemi değildi. 1994 senesinde, ülkemizde de büyük ses getiren, Speed (Hız Tuzağı) adlı filmde Keanu Reeves ve Sandra Bullock’u taşıyan bir otobüsü havaya uçarmaya çalışacak; Waterworld’de Kevin Costner’a, bir türk havayolu firmasının reklamında yer almadan evvel, eşlik edecekti. Tüm bunların yanında, 1997’de dünyanın en çok satan sinema dergisi Empire tarafından Tüm Zamanların En İyi 100 Sinema Yıldızı listesine 87’nci sıradan giriş yapıp, artık “Ben oldum” diyecekti.
BİR ZAMAN HATASI

“Aklım başıma geleli tam 18 yıl oluyor. Bir zamanlar haplara, uyuşturucuya ve alkole bağımlıydım. Dürüst olmam gerekirse, kokaini ayılmak ve yeniden içebilmek için kullanıyordum. Hayatımın o döneminin son beş senesi tam bir kâbustu. Günde bir buçuk litreye yakın rom, neredeyse 30 şişe bira ve 3 gram kokain kullanıyordum. Tüm bunlara karşın yine de iyi sayılırdım, en azından etrafta sürünerek dolaşmıyordum.”
Dennis Hopper’in hayatının oldukça kara bir dönemi de vardı. Her şey tozpembe değildi. Bu noktada bandın başına gönderme yapmamız gerekiyor, Henry Hathaway ile sorun yaşadığı yıllara…
1958’de From Hell To Texas görücüye çıktığında tepkiler olumlu olsa da kamuoyundan uzun süre gizlenen bir gerçek vardı ki bu da yönetmen Hathaway ile filmin oyuncularından Dennis Hopper’in arasının açık olduğuydu. Nedeni ise - yönetmene göre - Hopper’in doğaçlama adı altında başına buyruk hareketleriydi. Film gündemdeki etkisini kaybettikten sonra Hathaway pek çok film stüdyosu ve yapımcı ile bağlantıya geçmiş, Hopper’in kariyerinin önüne adeta bir duvar örmelerini istemişti. O vakitler istediğini de elde etmişti.
Yaşananlar olumsuz etkilenen isim elbette ki genç oyuncu Hopper’di. Rasyonel bir düşünceyle yaklaşınca yeteneklerini sergilemek isteyen hevesli bir gençti. Eğitim aldığı kurumda oyunculuk ve başarı adına öğretilen ilk ders buydu. Bir şeyleri yanlış yaptığına ısrarla inanmasa da ortada bir gerçek vardı: Tüm kapılar suratına çarpılmıştı!
Umutsuzluk Hopper’in yeni adıydı adeta. Bir geçiş döneminde olduğunu varsayıyor fakat bu dönem bir türlü geçmek bilmiyordu. En yakın dostlarıysa bir anda alkol ve uyuşturucu olmuştu. Yakasına yapışan bu kötü kadere öylesine aşina duruma gelmişti ki bir süre sonra yaşamı bir halüsinasyondan ibaret sanmaya başlamıştı. Tüm set ekibinin sarhoş bir kafayla dolaştığı Apocalypse Now, tam da bu döneme denk gelip, Hopper için, işleri içinden çıkılmaz bir boyuta taşır. İmdadına ise Wim Wenders yetişecektir. The American Friend’de rol verdiği oyuncusunun durumundan korkan Alman yönetmen Hopper’i hastaneye yatırır. İş biraz da psikolojik bir savaşa dönmüştür. Bu hâliyle oyunculuğa devam edemeyeceğinden korkan Hopper adeta kendi kendinin doktoru olup, müthiş bir irade örneği gösterir.
Hülasa, sinemaya hayatından katmaya çalışırken, hayatı sinema olmuş bir aktördü Dennis Hopper. Zorluklara karşı azmin en iyi hikâyesiydi onun yaşam öyküsü. Öyle ya, başka kim gülücüklerle karşılayabilirdi ki ölümü, yaşarken sayısız kez yeniden dirilmiş olan Hollywood’un Erol Taş’ından başka…

Comments (0)