It goes on forever along the shoreline It never will end on the shores of my mind I travel along ‘til the sleep takes me in where have I ended, where do I begin?
Sand blankets are littered with stones whipped across Dead things in the water, forgotten or lost The branches have surfaced and now they are lean The trees have washed up here stripped bare, and washed clean
The waves kiss and gently caress on the shore Kissing and winking, and calling for more The waves like wagging tongues do adore and whisper there softly to the sand on the shore
You would be nothing without me I could be nothing said the waves to the sand I could be nothing without you
Each ones shifts and weakens a little neither aware just how much they are brittle Each one shifts and weakens a bit allowing the other to live and exist
Water and patience, pressure and time cuts through the faces of rocks we have climbed The army of kisses, the lake never tires the kisses that can put out all of my fires
You could be nothing without me I could be nothing said the waves to the sand I could be nothing without you without you, I would be nothing without me, you could be nothing said the waves to the sand I could be nothing without you
YAĞIZ (6), UNICEF yararına Roche tarafından düzenlenen ‘Geleceğin Yıldızı Sensin! Ne Olmak İstersin?' resim yarışmasına katıldığı resmini paylaşıyor.
"Büyüyünce ne olmak istersin?" Şüphe yok, hayatımın en korkunç sorusuydu. Sanırım bana tek katkısı 'stres' sözcüğünün anlamını idrak etmemi sağlamış olmasıdır. Bilhassa akşam gezmelerinde üzerime yönelen her bakışın sonunda mutlaka bu soru gelirdi? Ne olabilirdim yahu! Çocukluk kahramanlarım vardı mesela, Power Rangers... Çok çalışırsam, yüreğimde umudu ve sevgiyi beslersem büyüdüğümde aralarına kabul ederler miydi beni? İş verirler miydi? Bukalemun Ranger olurdum hem, sürekli renk değiştirirdim. Çok afili olurdum, çok!
Bu blog bugün Yağız'ın... Resim de ona ait. Sanatçı olmak istiyor Yağız. Ne de güzel resmetmiş hayâlini... Bir hayâlim olsaydı peşinden koşabilirdim ben de, ya da Power Rangers gerçek olsaydı...
Bir gün perde kalkacak ve Yağız sahnede öyle bir performans ortaya koyacak ki izleyiciler onu ayakta alkışlayacak. Ben de orada olacağım, sana söz Yağız!
Başta Yağız olmak üzere tüm çocukların 23 Nisan'ı kutlu olsun!
Platonik bir aşkın esiriyseniz, bu topraklardan çıkıp da hem kulağınıza hem de ruhunuza hitap edebilecek iki şarkı bilirim. Bunlardan ilki Hüseyin Turan'dan dinlediğimiz Söyleyemedim, bir diğeri ise az sonra dinleyeceğiniz Ajlan&Mine ikilisinden Mine'nin seslendirdiği Günahımsın'dır. Hayır, kendimden biliyorum. İnsan yaşanmışlıklarına şarkıları eklemezse, ruhunu nasıl huzura erdirebilir? 2008 miydi? Sanırım öyle. İkinci perdesi de var hatta... O da bir sene sonra oynandı. Mine Çağlıyan'ın her "Neden, neden bu imkansız aşka düştüm bilmiyorum" haykırışı "Sen asla benim olmayacak kadar uzaktasın, sen en büyük günahımsın" ile tamamlanırdı... Bense sorgulardım; "Bir insanın başka bir insanla beraber olması neden günah olsun ki?" Aslolan bu uğurda elinden gelebilecek çok fazla şey varken, hiçbir şeyle yetinmenin günah olmasıydı. Son kararımdı bu... Günahımsın, kanımca, 1990'lı yıllarda çıkıp da kopan her takvim yaprağı ile birlikte biraz daha kaybolan birkaç başarılı şarkıdan biriydi. Bunca sene boyunca çok az kişinin bilinmesi, şarkının o az sayıdaki kişi tarafından sahiplenilmesine yol açmadıysa, ben de ne olayım. Yukarıda belirttiğim zaman aralığında öylesine sahiplendiğimi hatırlıyorum ki başka birinin şarkıyı hatırlamaması, keşfetmemesi; dolayısıyla popüler hâle getirmemesi için çok şey verebilirdim. Sular durulup, yolunu bulduğundan beri, bu şarkıyı unutturmamayı kendime görev ediniyorum sanırım. Ben yeteri kadar eskittim nihayetinde... Şarkının öyle bir büyüsü var ki, bunu ancak kötü bir klip bozabilirdi. Doğru düzgün klip bulmayı bırakın, doğru düzgün şarkının dahi çıkmadığı, iyilerin değil kötülerin konuşulduğu 90'lı yıllarda böylesine başarılı bir şarkının kötü klibini sanırım görmezden gelebiliriz. Yine de öyle bir klip ki, "Mine, Arabistan'a tatile giderken, sanırım klibi yolda aradan çıkarmış" diye düşünmeden edemiyorum. Yahu, klipte şarkıyı anlatan bir tane bile tema yok! "Yasak bu sevda bana" diye seslenirken Arap çöllerinde kum kayağı yapmayı, "Sen asla benim olmayacak kadar uzaktasın" diye sızlanırken çölün göbeğine kurulmuş bir çadırda başbaşa kebap yemeyi bana nasıl anlatabilirsiniz ki! 2009'a kadar bekleyip, o dönemki beni kayda alsaydınız inanın yılının klibini çekerdiniz. Neyse efendim, klipteki tek güzel şey Barış Manço. Şarkının hakkını yedirmem ama!
Hatırlıyorum... Yılbaşı öncesi aldığım kar temalı kartpostalların arka tarafına kalemim elverdiğince bir şeyler yazar sonra onu anneannem ve dedeme postalardım. Her sene tekrar ederdim bunu. İlkokuldaydım henüz ve internet denen şey girmemişti hayatımıza. Postacıların kredi kartı dökümanları ve icra tebligatlarından çok mektup taşıdığı yıllardı... Sonrasında da değişen pek bir şey yok aslında. Ara ara değreşen romantizmi bir kenara bırakırsak dilimizde pul tadı kalmadan, postaya para ödemek zorunda kalmadan kendi işimizi kendimiz görebiliyoruz artık. Hem öyle bir mektubun adrese ulaşmasını günlerce beklemek zorunda da değiliz. Sesini duymadığım, yüzünü görmediğim pek çok e-posta arkadaşım var(dı) benim. İnsanlar en yakınlarına anlatamadığı pek çok şeyi başka bir yerde nefes aldığını bildiği o insana rahatlıkla anlatabiliyor. Her şey tek bir "enter" tuşuna bakar... İnsan neden mektup arkadaşı arar? Pek çok sebebi vardır muhakkak. İçimizde kopan fırtınaları tanıdık yüzlere anlatamıyor oluşumuz nedenlerden biri olabilir mi? Peki ya yalnızlık? Kesinlikle. Sosyalleşme konusunda sıkıntı yaşayan, toplum içerisinde kendini rahat hissedememe kaygısı güden, bununla birlikte yazılı olarak kendini güvenli evinde hisseden kimselerde bunun izlerini bulmak mümkün. "Ne insanlar tanıdım Twitter arkadaşları gerçek arkadaşlarından daha fazla" gibi bir muhabbete girmeden olayı bağlayacağım. Bir sosyolog değilim, psikiyatrist hiç değilim. Ancak insanın kendini yalnız hissettiği anlarda deniz kenarına gidip gözlerini daldırdığı ufuk çizgisinde bir şeylerin izini sürdüğünü ya da yağmurun ıslattığı caddelerde hiç kimse olmayan kalabalığın arasında kaldırımlarını dövdüğünü iyi bilirim. Sizin de bildiğinize ve bunun okulunu okumadığınıza eminim. "Yağmur yağdığında koyunlar çeker mi? Peki göbek deliğimizde biriken pamukların rengi neden hep mavidir?" 8 yaşındaki Mary bunları düşünür çokça zaman. Sahip olduğu horozundan başka bir arkadaşı olmadığı için düşünmek için fazlasıyla zamanı vardır. İlgisiz ebeveynlerinin kendi hallerinde dertleri vardır. Mary kıvamı arttırılmış sütü çok sever. Bir de çikolatayı... Alnının orta yerinde konuşlanmış doğumdan kalma o çirkin izi aynaya her baktığında görmek zorundadır. Hayatında bir şeyleri değiştirmelidir. Afres defterinden rastgele bir isim seçer ve yazdığı mektup Avustralya'dan New York'a kadar uzanır. Max Horovitz... Göbeğiyle tezat oluşturabilecek bir hayatı vardır. 44 yaşındadır. Toplumda herhangi bir yer edinememiş, aşkın tadına bakmamış, toplumun yazısız kurallarına karşı gelen, evcil hayvanları ve psikoloğu dışında arkadaşı olmayan, her şeye takıntılı, Asperger Sendromundan muzdarip bir adam... Hayatındaki renksizlik filme yansımıştır. Zira Max'in sahnelerinin tamamı siyah-beyazdır ve sahnelerdeki tek renk Mary'den gelen hediyelere aittir. Benzer olarak Max'in Mary'e gönderdiği hediyeler de Mary'nin yanındayken renklerini kazanır. "Max hoped Mary would write again. He'd always wanted a friend. A friend that wasn't invisible, a pet or rubber figurine." 2009'da tamamlananMary and Max, Avustralyalı genç yönetmen Adam Elliot'un ilk uzun metraj stop-motion filmi. Daha önce 2003 yılında çektiği Harvie Krumpet ile en iyi kısa animasyon Oscar'ını kucakladığında haliyle sonraki projeleri için çıtayı da yükseltmiş oldu. İki film arasındaki altı sene Mary and Max'in yapımına harcandı ve beklenen film geç de olsa gelmiş oldu. Öyle ki sadece çekimler için ayrılan süre 15 ayı bulur. Mary and Max bir animasyon, fakat bu haliyle bile türün diğer filmlerinden ziyadesiyle ayrılmayı başarıyor. Her şeyden önce yanınıza küçük yeğeninizi alıp da izleyebileceğiniz türden bir animasyon değil. Filmde çok fazla psikolojik unsur var. Satır aralarına sıkıştırılan ince espriler de İngiliz kara mizahı kokmuyor değil. Birbirine uzak iki insanın aynı gökyüzünde birbirlerini bulmaları yüzlere tebessüm yerleştirmeye yetiyor nihayetinde. "You are my best friend. You are my only friend."
Lay your head where my heart used to be Hold the earth above me Lay down in the green grass Remember when you loved me
Come closer don't be shy Stand beneath a rainy sky The moon is over the rise Think of me as the train goes by Clear the thistles and brambles Whistle didn't he ramble Now there's a bubble of me and it's floating in thee Stand in the shade of me Things are now made of me The weather vane will say it smells like rain today God took the stars and he tossed 'em can't tell The birds from the blossoms You'll never be free of me He'll make a tree from me Don't say goodbye to me Describe the sky to me and if the sky falls mark my words - we'll catch mucking birds
Lay your head where my heart used to be Hold the earth above me Lay down in the green grass Remember when you loved me