skip to main |
skip to sidebar
Posted by
Anıl
|
Posted in
pazartesi notları
|
Posted on
22:00
- Sosyal medya bu denli popüler olmaya başladığında zaten dış dünya denen şeyle pek bir bağımız kalmamıştı. Tanışıklık derecesi bir "merhaba"yı geçmeyen ilişkiler özellikle Facebook sayesinde gelişti. Fotoğrafını biliyoruz mesela, ama sokakta yanından geçsek fark eder miyiz? Bu işler böyle... Ne kadar hayıflansak da çağın gerekleri bunu emrediyor. Bilgisayarın ve internetin ısrarla tembelleştirdiği bünyeler bugün micro-bloglar yüzünden eski halini de aratır oldu sanırım. Başa kendimi koyarsam eğer, bloglara karşı hissedilen kutsal yazma içgüdüsü yerini 140 karaktere bıraktı. Oysa buralar bir zaman hep blog girdisiydi. WALL-E dünyasına doğru koşar adım gidiyoruz bakalım. Hayırlısı...
- 2006'da başladım ben blog yazarlığına. Okul-ev-okul üçgeninde geçen bir hayatın boş zamanlarında beğenilme kaygısı güderek yapabileceği en zevkli işti o zamanlar. Çalışma masasında spot ışığın aydınlattığı klavye tuşlarının cezbeden bir yanı vardı. Şimdi yok mu peki? Aynı ortamı yaratabilsem olacak belki. Hatta daha iyisi... Ancak hiçbir zaman da o ortam olmayacak. Bunu da biliyorum. Belli bir yaşa kadar kendimi inandırdığım bir gerçeğim vardı benim. Hayat denilen şey tamamen benim etrafımda kurulmuş bir oyundu. Sen sahteydin mesela, annem sahteydi, babam sahteydi. Çevremde vuku bulan her şey nabzımı ölçmek, tepkimemi kayda almak içindi. En sona ben kalacaktım. Tanrı beni huzuruna çıkardığında da kayıt kopacaktı. Hayır, Truman Show'u izledikten sonra yerleşen bir fikir değil bu. Ölüm kavramına anlam vermeye başlayıp da, hüngür hüngür ağladığım o günün mahsulüdür bu ruh hali. Avunmanın kelime anlamı olarak bunu vermiyor TDK, halt etmiş, aksine ben veriyorum. Çok şey değişiyor be blog, hızına yetişemiyorum...
Comments (0)
Yorum Gönder