Memento Mori

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 14:20

0


 "Ölülere yakılan ağıtlar ölmekle kaybettikleri umutlaradır aslında" diye söyler Berger. Nerede bakımsız bir mezara rastlasam iki seçenek belirir aklımda: Hayatta yakını kalmamıştır ya da yakınları vefasızdır. İkinci seçenek canımı sıkar, ilki içinse bir şeyler yapma isteği doğar.

İnsanların ölümü gözlerinin önünden uzak tutmak için yerleşim birimlerinden ırak, bir bakıma "ötede", kurdukları fakat yine de şehirleri, yolları üzerlerine doğru büyütmekten kaçamadıkları mezarlıkları sıklıkla ziyaret ederim. Çok ama çok uzun zamandır bu böyle. Kimi zaman küçük bir köy mezarlığı, kimi zaman bir ucundan ötekine sıkılmadan saatlerimi harcayabileceğim bir şehir mezarlığı. Hepsinde isimler, kimisinde unvanlar, ikisi arasında nelerin yaşandığı konusunda hiçbir şey söylemeyen iki tarih, bazen temenniler... Onları tanıyanlar için değil aksine benim gibi yabancılar için dikilmiş mermerden künyeler. Her biri kendi hikayesini anlatır insana fakat nihayetinde hepsinin söylediği handiyse aynıdır. Varoluş sancılarımı filizlendikleri yerde kısa süreliğine de olsa kurutmama yardım ediyorlar. Ömrümün kahır içerisinde geçiyor olmasının bir noktada talihsizlik olduğunu ancak her şey istediğim rotada seyrediyor olsaydı dahi yolculuğumun nihai limanının burası olduğunu kırmayan bir dille anlatıyorlar bana. Acele etmemin bir anlamı olmadığını, her zaman bir sonraki gemiyi bekleyebileceğimi söylüyorlar. "Hatırla beni, unutma fakat kendini de ihmal etme" derken farkında olmadan yaşayanların söylediklerinden çok daha fazlası ile dostluk ediyorlar bana. Güzel bir bağ var onlarla aramda. Ben onların bir zamanlar sahip oldukları sevinçlerin, aşkların, kahkahaların, gözyaşlarının, gündelik telaşlarının sonsuz uzayda yok olup gitmesine izin vermiyorum, onlar da beni yokluklarıyla - ya da aynanın öte tarafından bakınca varlıklarıyla - hayatta tutuyorlar. Bu hayatta canlı kalabilmek için onlara ihtiyacım var.

Son ebedi sakininin yerleşmesinin üzerinden belki de 20 sene geçmiş bir köy mezarlığındayım. Sağlıklarında sahip olabilmek için belki de güçlerinin yetmediği o vadi manzarasına sonsuza dek sahip olmanın huzuruyla dinleniyorlar. Sedir ağaçlarının kokusunu ikram eden dağ esintisini ciğerlerime misafir ediyorum. İkram edecek bir şeyim yok, bunu saymam, bu can sıkıcı ruha bir daha konuk olmazsın ama yine beklerim.

Sayıklamalarım bitmiyor.

O esnada üzerinde ot bitmemiş, kuru yapraklarla kaplanmış; bu yeryüzünde hisleriyle hangi zaman aralığında var olduğunu gösteren tarihleri silinmiş bir tanesi "memento mori" diye sesleniyordu adeta. Yanına vardım. Toprağı seyrelmişti. Dağ esintisi sedirlerin kokusuyla nerelere taşımıştı, kim bilir. Belki birkaç toz zerresi hâlâ ciğerlerimde misafirdir, bilemiyorum. Günü geldiğinde benim gibi bir mezarlık gezgininin, ölülerle konuşanın benim mezarıma da yapmasından mutluluk duyacağım gibi baktım ona. İşim bittiğinde yeni açmış papatyalardan serptim üzerine. Ortaokul sıralarında değnek zoruyla öğrenebildiğim tek sure bu gibi durumlarda işe yarıyor. Ben inanmasam da onun bir zamanlar inanmış olabileceği düşüncesiyle okudum bir Fatiha. Sonra ellerimi çırptım. Mezarlık boyunca uzanan sedirlerden birine yaslandım. Başımı kaldırdım ve sordum:

- Köklerine komşu bu hayatı hatırlıyor musun? Buraya yerleştiği günü, kim olduğunu, başında ağlayanları, su dökenlerini, sonra ziyaretleri seyrekleşenlerini ve artık hiç gelmeyenlerini? Söyle ona üzülmesin, hayattayken yalnız kalmak daha zor. Yolum düşmez muhtemelen buraya bir daha. Haydi sağlıcakla...

Sedirin kokusundan son bir nasip için vadiye bakıyorum. Esinti sona ermiş. Ellerimde kalan toprağı üzerime siliyorum. Kabristanın kırılmış, demirden kapısına doğru yönelirken ağzımdaki yegâne kelimeyi tekrar tekrar dillendiriyorum:

"Memoro, memoro..."

The Rocket Part That Leaves With Zero Hesitation

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 09:25

0

 


Hayatta bazı şeyler ısrarla olmuyorsa, zorluyorsun ve olmuyorsa, geçen zamana ve onca çabaya rağmen olmuyorsa; hayat sana "Bırak" diyor da sen farkında değilsin sanki. Bırak evladım, bırak.

Olmuyor..

İtiraf Ediyorum

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:14

1


İçimi dökmeye geldim.

Beni nefessiz bırakan içimdeki o hiç dinmeyen hezeyanlara kulak verecek birilerine gitmek istedim. Yoktular. Ders zili çoktan çalmış bir okul bahçesi kadar boştu yanı başım. O yüzden buraya geldim. İçimde esen rüzgarların zamanla nasıl da sonu belirsiz bir fırtınaya döndüğünü hissedip ıssız bir adada karaya oturmadan limana yanaşabilmek için geldim. Hiç değilse son bir çabayla artık gece mavisine dönmüş okyanusa bir çapa fırlatıp dibe ulaşmasını ummaya geldim.

"Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra." der Holden Cauldfield, edebiyat dünyasındaki ruh ikizim. Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı ilk kez okuduğumda Holden'in anlatmak istediğini tam olarak kavrayamamıştım. Alıntı yaptığım kısmın üzerinde de pek durmamıştım muhtemelen. Fakat 34 yaşımda, yaşadıklarımın ve yaşayabilecekken yaşayamadıklarımın beni getirdiği noktada, anlamaktan çok bizzat yaşıyorum Holden'i. Neden mi bahsediyorum? Her sabah yataktan sadece gece tekrar yatabilmek için kalkmaktan, acınası problemlerle insanları sıkıyor olma kaygısından, "iyiyim" derken dahi yalan söylemekten bahsediyorum. Her gece sıçtın mavisini görmeden uyuyabilmekten ve nihayet uyuyabildiğinde ise mümkünse uyanmama isteğinden, saatini geçirmemen gereken bir antibiyotik gibi aynı sancılara her gün tekrar tekrar maruz kalmaktan, konfor alanından çıkabilecek cesarete sahip olamamaktan, kalabalık bir odayı boş gösteren olmaktan, dibe vurduğunu sanırken aslında sadece bir dala takıldığını ve az sonra düşmeye devam edeceğini bilmekten bahsediyorum.

Tanrı aşkına Holden bunları mı söylemek istemişti? Naaah! Tabii ki hayır. Henüz gelmedim oraya.

Apartmandaki sensörlü lambanın asla görmediği, ofisteki parmak okuyucunun her seferinde yeniden denememi istediği, sokakta yanından geçtiğim yüzlerce insanın omzunu dahi kırmadığı, garsonların daha sonra gelen müşterilerle ilgilenmesi sebebiyle bir süre sonra restoranı usulca terk etmek zorunda kalan, doğum günü fotoğraflarında hep en arkada ve köşede çıkan, kimse farkına varmadığı halde sanki bu dünyadaymış gibi varoluş sancıları çeken o kişi.. Benim.

Her gün işe para kazanmak için değil, biraz olsun dikkatleri üzerime çekebilmek, fikirlerinin önemi olmayan insanlara "Bakın ben buradayım, bu dünyada ben de bir yer kaplıyorum, benim de farkıma varın" diyebilmek için giden biriyim. Tüm bu yalnızlığım, kendime ait bir oda arayışım içerisinde herhangi bir köşeyi dönerken tesadüfen çarpıştığım başka bir hayatın ışığı aniden vurunca yüzüme, nasıl bir hayat olduğuna bakmaksızın bağlı hissetmeye başlıyorum. Yaşının yaşıma, huyunun huyuma uyumuna bakmadan var olduğumu hissettiren hayatlarla sonu gelmez bir bağ kuruyorum kendi içimde. Sonra ilk günden kaybetme korkusuna yenik düşüyorum. Yerine koyacak ikame bir hayat daha yok çünkü. Beni hayatta hissettiren, kalbimin kıpır kıpır olmasına sebep olan bu hayatları da kendi korkularım ve kaygılarımın içinde boğup üzerime saçtıkları ışığı ilk günden solduruyorum. Sonra başa dönüyorum. İnsanı en diri tutan sevme ve sevilme hislerini zor elde edip kendi kaygılarım yüzünden hızlı kaybediyorum. Bana gösterilen hiçbir özeni, kıymeti el üstünde tutamayıp domino taşları gibi geri dönüşü olmayan bir biçimde yıkıyorum. Artık geride kalmış olması gereken insanların açtığı yaralarım, üzerime ışıklarını saçan hayatımdaki bu yeni insanların üzerine kanamaya başlıyor. Kazanabilecekken nadir sahip olduğum bu duyguları yitirme korkusuyla hızlı ve ebedi bir yenilgi yaşıyorum. En son ne zaman gerçekten mutlu hissettiğim duygusuyla yeniden baş başa kalıyorum. Bu hissiyatın bir yan etkisi de şu ki; sırf zavallılığımla alay edebilmek ya da üzerimden belli bir kazanım sağlamak için yaklaşan pek çok hayatın bana olan ilgisine tüm bunların farkında olduğum halde ses çıkaramıyor, bu hayatların öznesi ben olan oyunlarına isteyerek alet oluyorum. Özsaygımı çoktan yitirdim fakat şarkıda da sözü edildiği gibi "yalan da olsa hoşuma gidiyor".

Bilin beni. Tanıyın.

Oyun oynayıp öfkelenirken, maç izleyip heyecanlanırken, yaptığım ufak bir espriyle herkesi güldürdüğüm için gurur duyarken, sokak kedilerinin minnetiyle ruhumu okşarken, Instagram'daki bir paylaşımım 50 beğeni aldığında (ki almadı) tebessüm ederken aslında maske takıyorum. Belki bunu okuyan sen gibi. Belki diğer yüzlercesi gibi. Ve her şey yolundaymış gibi davranmak hiçbir şeyi daha kolay kılmıyor.

Bu hayattaki hiçbir şeyin benim istediğim gibi olmayacağı ya da daha doğru bir deyişle, olabilecekken olmaması için uğraşıp duracağım gerçeğiyle barışmak zorundayım sanırım. Farkında değilsiniz ancak sizi kendimden kurtarıyorum ve bu az şey değil. Bukowski'ye göre intihar güzel bir seçenek fakat o bile bir çaba gerektiriyor. Dolayısıyla içmek, kendini bile hatırlayamayacak kadar içmek, intihara en yakın şey. Lakin işin zor kısmı şu: Bunu her gün yapmak zorundayım.

---

Ebedi dostum Holden Caulfield'a...

A Heart Made of Yarn

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:59

0

 


   It gets easier. Every day, it gets a little easier. But you gotta do it every day - that's the hard part.

But it does get easier.