Ne Zaman Gitti Tren?

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 15:30

0


 "Ön sözler gereksizmiş,
geç bildim."

Garip bir adam vardı. Bundan on yıllar evvel bir çukura düşüp de hayatını kaybetmeden önce şöyle demişti:

"Bakakalırım giden geminin ardından,
atamam kendimi denize, dünya güzel."

Biri kolumdan tutmuş, hafifçe sarsıyor. Dönüp bakıyorum, alnından akan iki damla yaş telaşını ele veriyor. "Ağabey, ne zaman gitti tren?" diye soruyor. Gözlerimi kısıp başımı hafiften sola kırıyorum. "Anlamadım" demenin vücut dilindeki karşılığıdır bu. Umarsızca kolumu sıkıyor ve yineliyor: "Söylesene be adam, ne zaman gitti şu siktiğimin treni?" Buralarda yeni olduğu her halinden belli. Farklı gişelerinde, farklı peronlarında, farklı banklarında, farklı büfelerinde geçirdiğim yıllardan aldığım tecrübenin verdiği vakar ile yanıtlamaya karar veriyorum:

- Merak etme, hep bir yenisi gelir.

"Uzundur ömür meraklanma,
mühimdir yalnızlık, telaşlanma."

Yıllar önce aynı istasyonda birlikte tren beklediğim biri vardı. Gelip geçen ve pek tabii kaçıp giden binlerce trenin ardından bir gün "Bu böyle olmayacak" deyip raylara atlamış ve yürümeyi tercih etmişti. Benim onları beklediğim gibi trenler de beni bekleyebilirdi. Ufuk çizgisinde yitip gidene kadar ardından bakakaldığım şey oydu bu kez. O demirlerin ve çakılların arasında yavaş yavaş kaybolurken ben ise Rodin'in o müthiş heykeline ilham verecek bir duruşla bankta oturmuş, onun gitmeden önce söylediklerini idrak etmeye çalışıyordum: "Bizler doğru zamanda doğru yerde olmayı becerememiş, gölgesiyle bir başına kalmışlarız. Ancak son tren de kaçıp istasyonun ışıkları sönmediği müddetçe senin için umut hep var. Bunca zaman bekleyişinde sana eşlik ettim fakat belli ki ben artık ayaklarıma güvenmeliyim." Başımı kaldırdım. Peronun ışığı tam tepemde de olsa yanıyordu. Gölgem dibime düşüyordu ama bu da bir şeydi. İdrak etmiştim, artık sindirme zamanıydı.

"Duygular, saygılar eşyalardan sonra
yazılmış suya, bir zamanlar aşk olsan da."

Sahi, ne zaman gitti tren? Bir ben kaldım, bir de gölgem. Saatim mi geri kaldı, bilmem. Oysa ben istasyondaydım. 20'li yaşlarımın arifesinde onlarca umudu, heyecanı, beklentiyi sığdırıp geldiğim valizim ile birlikte neden hâlâ burada, bu istasyondayım? Soruları kendim soruyor, cevapları başkasında arıyorum. Biletim de vardı benim oysa, yerleşecektim bir kompartımana, gideceğim noktayı düşünmeden güz manzaları eşliğinde yolculuğun keyfini çıkaracaktım. Tren başka bir istasyonda yeni yolcularını beklerken inip bir simit ile ayran alacaktım. Bir büfeye uğrayacaktım belki, gidenlerinin ardından gözyaşı dökenlere birer kağıt mendil verecektim.

"Bir rüzgara kapıldık biz,
yelkenler delik deşik,"

İstasyon mu büyülü yoksa trenlerin umutlarım ve heyecanlarım yerine korkularım ve kaygılarımı yüklenmesinden mi çekindim, söylemesi zor. Tek bildiğim hâlâ istasyonda oluşum. Üstelik buraya adım attığım güne kadar geçirdiğim zamandan daha fazlasını geçirmişim burada. Belki istasyonun bir parçası olmuşumdur. Belki de sadece saatim geri kalmıştır, bilemiyorum.

Trenler... Sarı renkli trenler, vagonları bomboş trenler, camları kırık trenler, sahibi belli olmayan valizleri yük edinmiş trenler, beni çağıran trenler, karşılık ver(e)mediğim trenler, karşılık al(a)madığım trenler... Hepsinin uğultusunu içimde, yükünü sırtımda taşıyorum. Garın ışıkları hâlâ açık. Bunun ne anlama geldiğini biliyorum. Fakat ben hep geçip giden trenlere bakmaktan bir ara içimdeki treni de kaçırmışım. Birden telaşlanıyorum. İçimdeki gara uğrayıp ışıkları kontrol etmem lazım.

"Atamam kendimi denize, dünya güzel" diyen o garip adamı anımsıyorum tekrar. Konfor alanından çıkabilmiş ve gemilerin ardından bakarak geçirdiği onca zamandan sonra şunları söyleyerek limandan ayrılabilmişti: "Hey, ne duruyorsun be, at kendini denize. Yelken ol, balık ol, kuş ol; git gidebildiğin yere."

Şimdi izin verirseniz içimdeki gara bir uğramam ve ışıkların orada da hâlâ yanık olduğundan emin olmam gerekiyor. Eh, sönmüşse de raylar orada öylece duruyor; ayaklarım da hâlâ sapasağlam.

Memento Mori

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 14:20

0


 "Ölülere yakılan ağıtlar ölmekle kaybettikleri umutlaradır aslında" diye söyler Berger. Nerede bakımsız bir mezara rastlasam iki seçenek belirir aklımda: Hayatta yakını kalmamıştır ya da yakınları vefasızdır. İkinci seçenek canımı sıkar, ilki içinse bir şeyler yapma isteği doğar.

İnsanların ölümü gözlerinin önünden uzak tutmak için yerleşim birimlerinden ırak, bir bakıma "ötede", kurdukları fakat yine de şehirleri, yolları üzerlerine doğru büyütmekten kaçamadıkları mezarlıkları sıklıkla ziyaret ederim. Çok ama çok uzun zamandır bu böyle. Kimi zaman küçük bir köy mezarlığı, kimi zaman bir ucundan ötekine sıkılmadan saatlerimi harcayabileceğim bir şehir mezarlığı. Hepsinde isimler, kimisinde unvanlar, ikisi arasında nelerin yaşandığı konusunda hiçbir şey söylemeyen iki tarih, bazen temenniler... Onları tanıyanlar için değil aksine benim gibi yabancılar için dikilmiş mermerden künyeler. Her biri kendi hikayesini anlatır insana fakat nihayetinde hepsinin söylediği handiyse aynıdır. Varoluş sancılarımı filizlendikleri yerde kısa süreliğine de olsa kurutmama yardım ediyorlar. Ömrümün kahır içerisinde geçiyor olmasının bir noktada talihsizlik olduğunu ancak her şey istediğim rotada seyrediyor olsaydı dahi yolculuğumun nihai limanının burası olduğunu kırmayan bir dille anlatıyorlar bana. Acele etmemin bir anlamı olmadığını, her zaman bir sonraki gemiyi bekleyebileceğimi söylüyorlar. "Hatırla beni, unutma fakat kendini de ihmal etme" derken farkında olmadan yaşayanların söylediklerinden çok daha fazlası ile dostluk ediyorlar bana. Güzel bir bağ var onlarla aramda. Ben onların bir zamanlar sahip oldukları sevinçlerin, aşkların, kahkahaların, gözyaşlarının, gündelik telaşlarının sonsuz uzayda yok olup gitmesine izin vermiyorum, onlar da beni yokluklarıyla - ya da aynanın öte tarafından bakınca varlıklarıyla - hayatta tutuyorlar. Bu hayatta canlı kalabilmek için onlara ihtiyacım var.

Son ebedi sakininin yerleşmesinin üzerinden belki de 20 sene geçmiş bir köy mezarlığındayım. Sağlıklarında sahip olabilmek için belki de güçlerinin yetmediği o vadi manzarasına sonsuza dek sahip olmanın huzuruyla dinleniyorlar. Sedir ağaçlarının kokusunu ikram eden dağ esintisini ciğerlerime misafir ediyorum. İkram edecek bir şeyim yok, bunu saymam, bu can sıkıcı ruha bir daha konuk olmazsın ama yine beklerim.

Sayıklamalarım bitmiyor.

O esnada üzerinde ot bitmemiş, kuru yapraklarla kaplanmış; bu yeryüzünde hisleriyle hangi zaman aralığında var olduğunu gösteren tarihleri silinmiş bir tanesi "memento mori" diye sesleniyordu adeta. Yanına vardım. Toprağı seyrelmişti. Dağ esintisi sedirlerin kokusuyla nerelere taşımıştı, kim bilir. Belki birkaç toz zerresi hâlâ ciğerlerimde misafirdir, bilemiyorum. Günü geldiğinde benim gibi bir mezarlık gezgininin, ölülerle konuşanın benim mezarıma da yapmasından mutluluk duyacağım gibi baktım ona. İşim bittiğinde yeni açmış papatyalardan serptim üzerine. Ortaokul sıralarında değnek zoruyla öğrenebildiğim tek sure bu gibi durumlarda işe yarıyor. Ben inanmasam da onun bir zamanlar inanmış olabileceği düşüncesiyle okudum bir Fatiha. Sonra ellerimi çırptım. Mezarlık boyunca uzanan sedirlerden birine yaslandım. Başımı kaldırdım ve sordum:

- Köklerine komşu bu hayatı hatırlıyor musun? Buraya yerleştiği günü, kim olduğunu, başında ağlayanları, su dökenlerini, sonra ziyaretleri seyrekleşenlerini ve artık hiç gelmeyenlerini? Söyle ona üzülmesin, hayattayken yalnız kalmak daha zor. Yolum düşmez muhtemelen buraya bir daha. Haydi sağlıcakla...

Sedirin kokusundan son bir nasip için vadiye bakıyorum. Esinti sona ermiş. Ellerimde kalan toprağı üzerime siliyorum. Kabristanın kırılmış, demirden kapısına doğru yönelirken ağzımdaki yegâne kelimeyi tekrar tekrar dillendiriyorum:

"Memoro, memoro..."

The Rocket Part That Leaves With Zero Hesitation

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 09:25

0

 


Hayatta bazı şeyler ısrarla olmuyorsa, zorluyorsun ve olmuyorsa, geçen zamana ve onca çabaya rağmen olmuyorsa; hayat sana "Bırak" diyor da sen farkında değilsin sanki. Bırak evladım, bırak.

Olmuyor..

İtiraf Ediyorum

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:14

1


İçimi dökmeye geldim.

Beni nefessiz bırakan içimdeki o hiç dinmeyen hezeyanlara kulak verecek birilerine gitmek istedim. Yoktular. Ders zili çoktan çalmış bir okul bahçesi kadar boştu yanı başım. O yüzden buraya geldim. İçimde esen rüzgarların zamanla nasıl da sonu belirsiz bir fırtınaya döndüğünü hissedip ıssız bir adada karaya oturmadan limana yanaşabilmek için geldim. Hiç değilse son bir çabayla artık gece mavisine dönmüş okyanusa bir çapa fırlatıp dibe ulaşmasını ummaya geldim.

"Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra." der Holden Cauldfield, edebiyat dünyasındaki ruh ikizim. Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı ilk kez okuduğumda Holden'in anlatmak istediğini tam olarak kavrayamamıştım. Alıntı yaptığım kısmın üzerinde de pek durmamıştım muhtemelen. Fakat 34 yaşımda, yaşadıklarımın ve yaşayabilecekken yaşayamadıklarımın beni getirdiği noktada, anlamaktan çok bizzat yaşıyorum Holden'i. Neden mi bahsediyorum? Her sabah yataktan sadece gece tekrar yatabilmek için kalkmaktan, acınası problemlerle insanları sıkıyor olma kaygısından, "iyiyim" derken dahi yalan söylemekten bahsediyorum. Her gece sıçtın mavisini görmeden uyuyabilmekten ve nihayet uyuyabildiğinde ise mümkünse uyanmama isteğinden, saatini geçirmemen gereken bir antibiyotik gibi aynı sancılara her gün tekrar tekrar maruz kalmaktan, konfor alanından çıkabilecek cesarete sahip olamamaktan, kalabalık bir odayı boş gösteren olmaktan, dibe vurduğunu sanırken aslında sadece bir dala takıldığını ve az sonra düşmeye devam edeceğini bilmekten bahsediyorum.

Tanrı aşkına Holden bunları mı söylemek istemişti? Naaah! Tabii ki hayır. Henüz gelmedim oraya.

Apartmandaki sensörlü lambanın asla görmediği, ofisteki parmak okuyucunun her seferinde yeniden denememi istediği, sokakta yanından geçtiğim yüzlerce insanın omzunu dahi kırmadığı, garsonların daha sonra gelen müşterilerle ilgilenmesi sebebiyle bir süre sonra restoranı usulca terk etmek zorunda kalan, doğum günü fotoğraflarında hep en arkada ve köşede çıkan, kimse farkına varmadığı halde sanki bu dünyadaymış gibi varoluş sancıları çeken o kişi.. Benim.

Her gün işe para kazanmak için değil, biraz olsun dikkatleri üzerime çekebilmek, fikirlerinin önemi olmayan insanlara "Bakın ben buradayım, bu dünyada ben de bir yer kaplıyorum, benim de farkıma varın" diyebilmek için giden biriyim. Tüm bu yalnızlığım, kendime ait bir oda arayışım içerisinde herhangi bir köşeyi dönerken tesadüfen çarpıştığım başka bir hayatın ışığı aniden vurunca yüzüme, nasıl bir hayat olduğuna bakmaksızın bağlı hissetmeye başlıyorum. Yaşının yaşıma, huyunun huyuma uyumuna bakmadan var olduğumu hissettiren hayatlarla sonu gelmez bir bağ kuruyorum kendi içimde. Sonra ilk günden kaybetme korkusuna yenik düşüyorum. Yerine koyacak ikame bir hayat daha yok çünkü. Beni hayatta hissettiren, kalbimin kıpır kıpır olmasına sebep olan bu hayatları da kendi korkularım ve kaygılarımın içinde boğup üzerime saçtıkları ışığı ilk günden solduruyorum. Sonra başa dönüyorum. İnsanı en diri tutan sevme ve sevilme hislerini zor elde edip kendi kaygılarım yüzünden hızlı kaybediyorum. Bana gösterilen hiçbir özeni, kıymeti el üstünde tutamayıp domino taşları gibi geri dönüşü olmayan bir biçimde yıkıyorum. Artık geride kalmış olması gereken insanların açtığı yaralarım, üzerime ışıklarını saçan hayatımdaki bu yeni insanların üzerine kanamaya başlıyor. Kazanabilecekken nadir sahip olduğum bu duyguları yitirme korkusuyla hızlı ve ebedi bir yenilgi yaşıyorum. En son ne zaman gerçekten mutlu hissettiğim duygusuyla yeniden baş başa kalıyorum. Bu hissiyatın bir yan etkisi de şu ki; sırf zavallılığımla alay edebilmek ya da üzerimden belli bir kazanım sağlamak için yaklaşan pek çok hayatın bana olan ilgisine tüm bunların farkında olduğum halde ses çıkaramıyor, bu hayatların öznesi ben olan oyunlarına isteyerek alet oluyorum. Özsaygımı çoktan yitirdim fakat şarkıda da sözü edildiği gibi "yalan da olsa hoşuma gidiyor".

Bilin beni. Tanıyın.

Oyun oynayıp öfkelenirken, maç izleyip heyecanlanırken, yaptığım ufak bir espriyle herkesi güldürdüğüm için gurur duyarken, sokak kedilerinin minnetiyle ruhumu okşarken, Instagram'daki bir paylaşımım 50 beğeni aldığında (ki almadı) tebessüm ederken aslında maske takıyorum. Belki bunu okuyan sen gibi. Belki diğer yüzlercesi gibi. Ve her şey yolundaymış gibi davranmak hiçbir şeyi daha kolay kılmıyor.

Bu hayattaki hiçbir şeyin benim istediğim gibi olmayacağı ya da daha doğru bir deyişle, olabilecekken olmaması için uğraşıp duracağım gerçeğiyle barışmak zorundayım sanırım. Farkında değilsiniz ancak sizi kendimden kurtarıyorum ve bu az şey değil. Bukowski'ye göre intihar güzel bir seçenek fakat o bile bir çaba gerektiriyor. Dolayısıyla içmek, kendini bile hatırlayamayacak kadar içmek, intihara en yakın şey. Lakin işin zor kısmı şu: Bunu her gün yapmak zorundayım.

---

Ebedi dostum Holden Caulfield'a...

A Heart Made of Yarn

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:59

0

 


   It gets easier. Every day, it gets a little easier. But you gotta do it every day - that's the hard part.

But it does get easier.

Ah!

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 11:38

0

 


Ellerimizin bir daha birleşmemeye yüz tuttuğu günlerdi. Kaleiçi'nin adı pek de lazım olmayan bir sokağında şu an önemi olmayan kim bilir hangi sebepten birbirimizi kırmaya devam ediyorken ufak tefek dev bir kadın fonda eşlik ediyordu:

"Ah kavaklar, kavaklar.. Acı düştü peşime."

Yağmur yağmış olabilir, ıslanmış da olabiliriz. Unuttum. Kalbimin bir kısmını o silik sokak lambasının altında bıraktım, onu hatırlıyorum.

"Orada kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar.
Ah, omuzumda bir kesik el ki hâlâ
hâlâ durmadan kanar."

Moral of the Story

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 14:17

0

 


Think otherwise, maybe I am the one who was wrong.

From Nowhere

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:24

0


"Bunu bir bitiş sayma ne olur. Yaşadığı her şey sürüyor insanda. Ölümden başka bitiş yok. Sen benim duygularımı değil, tenimi değiştirdin. Bir orman uğultusu gibi içimde süreceksin. Gökyüzü gibi göz göz ışıyacağım ömründe. Ben soluk aldıkça senin göğsün inip kalkacak. Bir duygu hazinesi olacağım kirpiklerinde. Tanıdığım her insana senden iyilikler katacağım. Orada, diyeceğim, insan yüreğinin yaşayabileceği en yüce duygu, sizin bilmediğiniz incelikler katıyor dünyaya. Ufkun arkasını sen gösterdin bana. Bütün hayatları bilmek istiyorum. Hepsi bu..."

Hiçbir yerden yazıyorum. Yani yazacaktım. Sonra baktım Şükrü Erbaş yazılması gerekenleri çoktan kaleme almış.

Daha iyi sözlerim yok. Daha iyisini duyma ihtimaliniz de yok.

Rahatım.

What Dark Clouds Carry

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 17:51

0

 


"Ben ona gittikçe soğuyan zamanlarda
sıcacık bir sığınak olayım istemiştim
insanlar içinde üşüdükçe
güvenle gelebileceği

...
konuşayım istemiştim bir yüreğin dilince
yanıtı olmayan sorularda boğmak istememiştim"

Konuşmuştum da...

"Korkmuyor musun?" diye sormuştu kara bulutlarla gelen. Ben o sorunun peşi sıra konuşmuştum:

"Kabuğumla çekirdeğim arasında ışık yılları var benim. Ulaşmak için yola çıkanlardan dönen olmadı henüz. Artık korku üst kattaki komşu gibi benim için, tıkırtısını duymadığımda ürperiyorum ben. Sevilmeye layık olmadığından değil anlayacağın; yolculuk bitmiyor yani, çekirdeğimde gizli inceliklerimi göremiyorlar."

Anladığını söylemişti kafası karışık bir edayla.

Anlamamıştı oysa.

Sorun değildi. Yolculuğa çıkma hevesi törpülenmemişti.

Heyhat, geri dönemeyecekti ve o an bunun farkında değildi. 

Belki de onu getiren bulutların rengi kadar kara bir sevdaya tutulmuştu da bile bile atmıştı o ateşe kendini.

Her iki ihtimalde de sonuç değişmeyecekti.

Çok sevilmenin ne olduğunu ömrü boyunca bilemeyecek, kalbi dakikada kaç defa attığını üzerine yaslanan hiçbir kulağa anlatamayacak, hatırlanmanın ne olduğunu bilemeden zamanın dehlizlerinde sürüklenip gidecek insanlar...

Sensin belki... Benim!

Merhaba.

Krizanteme Adanmıştır

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 15:22

2

 


“Bilmiyorum” diyebilen, nesli tükenmeye yüz tutmuşların başını gururla çektiğim söylenir. REM’in etkisi miydi yoksa üçüncü dubleden sonra hatıralara attığım çapaları mı çekmeye başlamıştım bilemiyorum. Mütemadiyen giydiği, ağır ter kokusunun her dokusuna sindiği o çizgili gömlekten eser yok. Bembeyaz, jilet gibi bir esvap üzerinde. Göğüs cebinde bir krizantem. Kainatın en esaslı kokusunu aramaya gitmiş de sonunda bulup gelmiş gibi rayiha dolu...


“Bir şey ister misin?” diye soruyorum.

Konuşuyor. Ben duymuyorum ama çok net anlıyorum.

“Doldur” diyor, “duble olsun.”

Peşi sıra bir de sigara yakıyor. Sureti rakı kadehinde, sesi karanlıklar içinde.

“Dede” diyorum, “öte tarafın hâli buradan beter sanırım, ha?”

Gülüyor. Gülünce emin oluyorum, karşımdaki o. Koltuğa asılı pantolonundan aşırdığım bozuklukların ardından topuklarım kıçıma vura vura kaçtığım zamanlardan biliyorum o gülümsemeyi. Tanrıda bile olmayan bağışlayıcılığı o gülümsemede görmüştüm ben.

Anlatıyor sonra. Uzun uzun... Ben yine duymuyorum ama çok iyi anlıyorum. Araya giriyorum bazen:

“Yahu dede, biz bunu onca yıl neden yapmadık hiç?”

Tanrı suretinde gülümsüyor yine.

Saatler geçiyor. Dedemin az sonra bir balkabağına dönüşecek olmasından korkuyorum. Son yudumlarımı ağır ağır alıyorum.

Odanın uzak köşesinden Selda’nın tiz sesi duyuluyor bir zaman sonra: “Katip arzuhalım yaz Şah’a böyle...”

Gözlerim tavana bakıyor. Halının üstünde boylu boyunca uzanmışım. Kuş gibiyim, doğruluyorum. Önümdeki sehpanın üzerindeki krizantemden yayılan rayiha başımı döndürüyor. Halıya yığılıyorum tekrar.

Ne diyordum?

Hah! Tutukluluk halimin devamına..

Yaprak Döker Bir Yanımız

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 21:46

1


Şimdi Kaf Dağı'nın ardındaki masal diyarında, çağlayan ırmakların ülkesinde, bir akşamüstü rüzgarıyla dans edip yeni tomurcuklanmış krizantemlere söylüyorsun şarkılarını.

Karlar burada da eriyecek elbet; yollar açılacak. Mutlu edeceğim yokluğunu.

Gözyaşıma döktüm seni hüzün kovan kuşu...

İyiler İyi

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 02:16

0


Nisan 2012 yazmıştım. 5 sene 6 ay geçmiş üzerinden. 5 sene ve 6 ay!

"...çoğunda birkaç kuşağın ölüm tarihleri kayıtlı: ad, doğum yılı, ölüm günü ve... ölüm yeri. Bir ad ve iki tarih ve tarihlerin sonuncusu en ince ayrıntısına dek titizlikle yazılmış. Kayıtlar bundan ibaret. İkisi arasında ne olduğu hakkında, yaşanılmış olduğu gerçeğinden başka tek sözcük yok." diye söyler John Berger mezar taşları, ölümün soğukluğu ve insanın bu dünyada kapladığı yer ile varoluşu üzerine. İki tarih arasına sığan gülüşler, hüzünler, sevinçler, sevgiler, gözyaşları, anılar ve bir zamanlar yaşadığımızı hissettiren her şey...

Dedem ile babaannem yeniden birlikteler artık. Anıları, yaşadıkları, yaşattıkları, her anlarında hissettirdikleri sevgileri bana emanet. Bundan sonrası ise her geçen gün köpürmeye devam edecek bir özlem artık. Bense şu hayatta hiçbir şeye, hiç kimseye yenilmedim duygularıma yenildiğim kadar.

Çok mutlu uyuyun, olur mu?

Yeniden buluşana kadar...

Sanchez "Robin Hood" Gordillo

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 11:04

0

"Eğer dünyada tırnak kadar adalet olsaydı, büyük bankacılar ve bunların yürüttüğü ekonomik teröre izin veren hükümetler cezaevinde olurdu. Üstelik krize neden olanlar ile şimdi onu düzeltmek isteyenler aynı insanlar. Kundakçı - itfaiyeci rolü oynamak istiyorlar."

Bu sözlerin sahibidir Juan Manuel Sanchez Gordillo; belediye başkanı olduğu 2700 nüfuslu Marinaleda köyünde sözle değil, eylemle, işgalle, grevle, mücadeleyle "başka bir dünyayı mümkün" kılan, Che Guevara'nın, Hugo Chavez'in, Salvador Allende'nin izinde; Che tarzı sakalı ve Filistin bayrağı desenli fularıyla Endülüslü bir modern zaman Robin Hood'u... Kendisine Robin Hood denmesi boşuna değil, ki buna daha sonra değineceğim. Öncelikle Marinaleda'ya ve öyküsüne kısaca bir bakalım.
General Franco'nun ölümünün ardından 30 sene boyunca mücadele vermiş bir Endülüs kasabasıdır Marinaleda. Köyün mücadelesine öncülük eden Gordillo, zamanla bir sendika ve siyasi parti kurmuş, toprak ve özgürlük mücadelesini de partisinin ana politikası olarak belirlemiştir. Bu uğurda havalimanları ve tren garlarını, hükümet binalarını, çiftlikleri ve sarayları işgal edip, açlık grevlerine gitmişler. En nihayetinde ülkenin en eski ve en zengin aristokratik ailelerinden biri olan ve sahip olduğu toprakların devasalığının ünü ülke sınırlarını aşmış, hatta öyle ki topraklarından çıkmadan 600 mil boyunca yürünebileceğinin esprisinin yapıldığı, İnfantado Dükü'nün kapısına dayanıp toprak talep ederler. Sonunda köylülerin mücadelesinden yılan hükümet düke ait 1200 hektarlık araziyi onlara verir. Ya da bir başka deyişle Marinaleda halkı yıllar süren mücadelesiyle bunu kendi kazanır.

Artık köyün yeniden inşası başlamalıydı. Öyle de oldu.. Gordillo, tüm dünyanın bir ütopya olarak gördüğü komünist bir yapıyı kısmen ve büyük oranda Marinaleda'da hayata geçirdi. Kasabayı ilgilendiren kararların herkese açık genel toplantılarla alındığı köyde bugün çiftliklerin ve üretim tesislerinin mülkiyeti herkese ait. Endülüs genelinde işsizlik oranı %35 iken, bu oran köyde %5, ki bunu da köye dışarıdan gelip yeni yerleşen insanlar oluşturuyor. Köy işçilerinin günlük kazancının 65 USD olduğunun da altını çizmekte fayda var. Özellikle bu rakamın İspanya ortalamasının iki katı olduğu düşünüldüğünde yapılan işe hayranlık ve saygı duymamak elde değil. Köyde bulunan olimpik yüzme havuzunun yıllık ücretinin sadece 3 EURO olduğunu ve her hanede ücretsiz internetin bulunduğunu da göz önünde bulundurursanız, köy halkının nasıl bir sistemin çarkını döndürdüğünü daha net kavrayabilirsiniz.
Tüm bunların yanı sıra en çok dikkat çekici olan husus ise köy halkının ayda sadece 15 Euro mortgage ödeyerek ev sahibi olabilmesi. Evet sadece 15 Euro! Endülüs bölgesel hükümeti ile yapılan anlaşma gereği hükümet Marinaleda'ya konut inşası için malzeme ve mühendis tedarik ediyor. Köylüler de birbirlerine yardım ederek kendi evlerini inşa ediyor. Tüm bunların karşılığı olarak ise bölgesel hükümete ayda sadece 15 euro ödeniyor. Buradaki tek koşul herkesin kendi evinin inşasında bilfiil çalışması gerektiği..

Yaptıkları arasında sadece şu yukarıda saydıklarım düşünüldüğünde bile hakkında büyük bir hayranlık uyandıran Gordillo bunlarla yetinmedi. 2012'nin ağustos ayında kendisine sonradan Robin Hood yakıştırması yaptıracak olan bir eylemin öncülüğüne imza attı. "Kamulaştırma" adını verdikleri eylem dahilinde birkaç süpermarketi istila ettiler. Yağ, şeker, nohut, pirinç, makarna, süt, bisküvi ve sebze gibi temel besin maddeleri ile tıka basa doldurdukları onlarca market arabasını, market çalışanları ile yaşadıkları arbedeye rağmen tek bir ücret ödemeden dışarı çıkardılar. Sonra ne mi oldu? Marketten çıkarılan tüm mallar Sevilla'daki bankalar tarafından evlerinden çıkartılmış olan ailelere ve işsizlere dağıtılmak üzere sosyal merkezlere bağışlandı. Gordillo sonradan yaptığı bir açıklamada, büyük süpermarket zincirlerinin yiyecek satarak hissedarları için yüz milyonlarca Euro kâr elde ederken, bu marketlerin dışında açlık çeken yüz binlerce insana dikkat çekmek istediklerini ifade etti.
Tabii ki yapılan eylemin dış etkileri de oldu. İspanya hükümeti yaşananları kınadı. Fakat ülkedeki krizin büyüklüğü öyle bir noktadaydı ki, kamuoyunun büyük bir kısmı yaşananlara temkinli yaklaşmayı seçti. Öyle ki daha çok sağa yatkınlığı ile bilinen El Mundo gazetesinin yapmış olduğu bir ankette halkın %54'lük kesimi eylemi desteklediğini ifade etmişti. Bu arada istilaya maruz kalan süpermarket zincirlerinden biri el konulan yiyecekleri bağışlamayı kabul ederken, bir diğeri Sanchez Gordillo ve arkadaşlarını mahkemeye verdi. Gordillo ise bu durumda dahi dik duruşundan taviz vermedi:

"Beni topluma ibret olayım diye cezalandırmak istiyorlar. Dünyada adaletsizlik varsa isyan etmek ve sonuçlarına da katlanmak zorundasınız. Önemli olan şey, Marinaleda'da işlerin başka türlü yürütüldüğünü göstermiş ve gösteriyor olmamız."

Hülasa, Sanchez Gordillo ve Marinaleda kokuşmuş dünya için küçük de olsa bir umut ışığı; bir başkaldırı. Ulaşılması hayal gibi görünen şeylerin aslında mümkün olduğunun kanlı canlı kanıtı. Ne kadar büyük bir kitle tarafından bilinirse o kadar iyi diye düşündüğüm bu güzel insan ve Marinaleda hakkında daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak isteyenler için Dan Hancox'un Dünyaya Kafa Tutan Köy adlı kitabı güzel bir başlangıç olabilir.

Ayrıca şu da burada dursun.

Ve son olarak haykırmadan olmaz:

Alıntı #10

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 13:22

0

Kibrit Çöpleri (S: 37)

Koyma Beni

Posted by Anıl | Posted in , | Posted on 17:23

0



Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hâlâ,
sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
ve o eksiği tamamlayayım derken,
var olan aşınıyor zamanla..

Anamın bıraktığı yerden
sarıl bana.

Anıların kar topluyor inceden,
bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde
darıl bana.

(M. ALTIOK)

Wait in Vain

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 22:37

0

Daha dün annemizin kollarında uyurken (koşanların sayısı azımsanacak gibi değildi), çiçekli bir bahçemiz olmasa da kışları Amazon yağmurlarından hallice, yazları günde üç t-shirt değiştirten şehrimizin dört tarafı betonla çevrili mahallesinin yollarında az koşmuş değiliz. Sahibi olduğumuz topu kimin tepeceğine karar veren, babanın verdiği harçlıkla (ki hiçbir zaman vermediği olmamıştır) aldığımız cipslerden canımız isterse arkadaşımıza yediren, annemizin balkondan sepetle salladığı suyu kana kana içerken yanıbaşımızdaki arkadaşımızın "bir damla" umudunu çokça hiçe sayan, umrunda olmadığımız kızları en çok kendimize yakıştıran da bizdik. Tabii o vakitler tüm bunlar basit şeylerdi, fakat bakınca anlıyoruz ki bugün neysek o gün o olduğumuz için. Bugün neysem, o gün o olduğum için...

Bir gün benimle tanışma şerefine nail olursanız önceden bilmenizi isterim ki dünyanın en bencil insanlarından birinin elini sıkacaksınız. Sırtında taşıdığı veya taşıdığını sandığı dünyalar dolusu bir çantam var benim. Vazgeçilmez olduğumu sandığım her yerde, her işte, her günde biriktirdiğim anılarım, nefretlerim, sevgilerim, küslüklerim onun içinde. Doyduğu yer yetmeyen, ille de olmak istediği yer olsun diye direten; bu gücü de sevildiğini düşündüğü kişilere yeterince külfet olduğunu bildiği hâlde onları hâlâ arkasında birer destek olarak görmesinde bulan biri için ne yazık ki bu durum böyle. Bir gün, ama ne zaman olduğunu bilmediğim bir gün, belki de bundan 150 sene sonraki bir gün, ama dedim ya, bir gün yağmurun altında o çantayı boşaltacağım; çünkü arınmış, özgür, hisli, herkese yetebilen hissedebildiğim tek yerin orası olduğunu o an idrak edebileceğim. O vakte kadar bu adamın elini sıkmadan önce iki defa düşünün.

Hayat acımasız, soğuk ve zalim
haksız ve hain ba(ğ)zı insanlara...

The Box

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 00:01

1

Sığılmaz abicim, sığılmaz. Koca dünya 65 kiloluk bedenine sığar da sen dünyada sığacak yer bulamazsın.

Bizim Büyük Kuraklığımız

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 23:09

0

 
Ana rahminden çıkıp da merhaba dediğmiz dünyanın toplu kurallar bütününü benipseyip benimsemeyeceğimiz sorulmadı hiçbirimize. Kimimizin koşulsuz sahiplendiği, kimimizin sahiplenmek zorunda bırakıldığı, kimimizin reddettiği ve reddettiği için de ötekileşmek durumunda kaldığı bir kesişim kümesi... Senden, benden, bizden çok önceleri senin, benim ve bizim için kayda geçirilmiş doğrular/yanlışlar, uyulacaklar/uyulmayacaklar listesi. Daha hayatın ne anlama geldiğini, dünyanın nasıl bir yer olduğunu bile anlayamayacak durumdayken ilkokul sıralarında tanışıyorsun aslında düzenin çarklarıyla. Küçücük sınıfın girişinde yer alan çöp tenekesinin dibinde dakikalarca tek ayak üzerinde dururken ve bütün sınıf gözlerini sana dikmiş bakarken, öğretmeninin yüzündeki gururda arıyorsun içinde bulunduğun durumun sebebini; çünkü sen sadece sıra arkadaşınla konuşuyordun. Yıllar sonra idrak edebiliyor insan ayağındaki uyuşukluğun ya da avuç içindeki kızarıklığın nedenini. İçinde bulunduğun toplum seni kendi doğrularına göre yetiştirme gayesi gütmekte ve bu ülküsünü de henüz çocuk yaşta okul sıralarında entegre etme çabasındadır. Başına buyruk bir karakteriniz varsa mutlaka veliniz okula çağrılır; nihayetinde öğretmenin oturtamadığı çarklara elbette onlar oturtacaktır.

Bugün Maraş Katliamı'nın yıldönümü. Televizyonda, radyoda, yazılı medyada bununla ilgili bir haber görebilmiş olma ihtimaliniz bir hayli düşük. Çünkü devlet Maraş'ta katledilen yüzlerce Alevi'nin anılmasını, bir başka deyişle yeniden gündeme taşınmasını ilk elden yasakladı. Yaşım itibariyle Maraş'ı kitaplardan okuyup, belgesellerden izlediğim kadar bilsem de devlet bizim jenerasyonumuz için de aynı devlet. O günden bugüne devlet cinayetleri göz önünde bulundurulduğunda katledilenlerin sayısındaki trajik artıştan başka değişen bir şey yok.

Devletin en iyi yaptığı şeydir kaybetmek. Öldürdüklerinin ölümsüzlüğünden öylesine korkar ki çareyi kaybetmekte bulur. Dersim'de, Sivas'ta, Maraş'ta, Malatya'da, Çorum'da, Roboski'de, Gezi'de yaptığı gibi.. Öyle bir korkar ki çareyi Galatasaray Meydanı'nda haftalarca yağmur, çamur, kar demeden bekleyen annelerin üzerine Toma'lar salmakta bulur.. Öyle bir korkar ki çareyi polisin attığı gaz bombası sonucu hayatını kaybeden 14 yaşındaki bir çocuğun acısı çok taze annesini kamuoyuna yuhalatmakta bulur.. Öyle bir korkar ki 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ı bedeninde yaşı kadar mermiyle toprağa yollar.. Öyle bir korkar ki Maraş'ta valinin müdahale isteğine olumlu yanıt vermediği gibi camii hoparlörlerinden bizzat cihat çağrısı yapar.. Gürültüsünün diğer tüm sesleri bastırdığı televizyonlardan ve tirajı yüksek gazetelerden olayları öyle bir aktarır ki maktuller ortalama insanımızın gözünde anında "komünist, anarşist, terörist, marjinal" yaftası yerken "devlet babamız" bir kez daha kahramanlık payesini göğsünde taşıma şerefine nail olur; sorgusuz ve suâlsiz. Unuttunuz mu; sorgulamamayı, suâl etmemeyi öğretmişti bize öğretmenlerimiz.

Ahlâki değerlerimiz öylesine yozlaşmış ki; neyin doğru neyin yanlış olduğuna vicdanımız bile karar veremez hâle gelmiş. Belki de güce tapar yanımız öylesine ağır basmaya başlamış ki; yanlıştan yana olmak daha doğruymuş gibi geliyor pek çoğumuza. Yoksa hangi vicdan - her ne gerekçeyle olursa olsun - bir çocuğun üzerine bombalar yağdıran, ölmeden önce evladına bir kez daha sarılabilmek isteyen anaları mahkeme kapılarında süründüren, nice gencin bir gecede sırra kadem basmasına sebep olan, sırf milliyeti/dini/dili/ırkı/mezhebi farklı diye sokak ortasında öldüren, patron kaybedeceği her saniyenin acısını kendilerinden çıkarmasın diye işçilerin yemeklerini bile yerin yüzlerce metre altında yemesine ses etmeyen bir güce karşı gözlerini kaçırabilir? Adını hatırlamadığım bir yazarın aklımdan çıkmayan şöyle bir sözü var: "Bu memleket üç tarafı Denizlerle çevrili bir kara parçası olduğu kadar dört bir yanı evlatlarını arayan anaların gözyaşları ile de çevrilidir."

Ağaçları sökülmüş, ormanları imara açılmış, dere yatakları termik santraller aşkına kurutulmuş ülkemiz gibi kalplerimiz de kurumuş, vicdanlarımız çöle dönmüş, hiçbirimizin haberi yok.

37

Posted by Anıl | Posted in , , | Posted on 20:19

0

Oğuz Atay'ın beyin tümörüne yenilip gidişinin üzerinden geçen 37'nci sene doldu bugün. Önce ustanın varoluşumuzun yazılı olmayan kanunlarına karşın yapmış olduğu o müthiş saptamalardan biriyle başlayalım, devamını sonra getiririz:

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki sen, neden geri kalıyorsun diye durmak düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hâli ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz."

Yüzlerce sayfa ülke analizi yapıp, denemeler yazabilirsiniz ama işte bütün olup olabileceği bu kadar. Az sözle çok şey anlatabiliyorsak neden kelimeleri daha fazla israf edelim ki? Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ı sekizyüzbilmemkaç sayfa yerine ikiyizküsur sayfaya sığdıramaz mıydı? Öyle olsaydı okuyup bitirmek sadece bir günümüzü alırdı ve bunca yıl göz korkusu çekmek durumunda kalmazdı ba(ğ)zılarımız. Ve fakat o dediğiniz hiç de öyle olmuyor işte azizim. Eğer yaşamla, ölümle, dünyevi zevklerle dalganızı geçmek istiyorsanız bunu neden iki üç cümleye sıkıştırmak isteyesiniz ki? Oğuz Atay öyle yapmış, ne de güzel yapmış; ben Oğuz Atay olabilsem ben de öyle yapardım, ne yazık ki ne Oğuz'um ne de Atay. Dünya ile dalgamı şöyle okkalı bir şekilde dahi geçemediğim aşikâr, şükür ki elimin altında bulunan Tutunamayanlar'dan altı çizili zilyon tane paragrafım sayesinde istediğim zaman bunu yapabiliyorum.

Tutunamayanlar yazılmasaydı, biz hayattan zevk almasını unutmuşlar, biz çevresinde insan kalmamışlar, biz sevmenin ne demek olduğunu unutmuşlar, yani biz her gün yanımızdan geçen yüzlerce insanın farkımıza bile varmadığı mutsuz insanlar, kendimize evrenin tam olarak neresinde yer bulduğumuzu bilebilir miydik? Adımız "Tutunamayanlar" konmasaydı, gerçekten tutunamadığımızın farkına varabilir miydik? Bunun farkına Oğuz Atay vardığı için mi tutunamayanız, yoksa..

Hülasa bu kadar yalnız olduğumuz için, bu kadar mutsuz olduğumuz için, toplumun dayatmalarına bu denli boyun eğdiğimiz için, bu kadar yoksul olduğumuz için, sevebileceğimiz kadınlar çoktan sevilip ve tutabileceğimiz eller çoktan tutulup gittiği için, her gün aynı rutini tekrar tekrar yerine getirdiğimiz için hiç utanmıyor muyuz?

Hayır, sayın Atay, utanmıyoru(m)z!

Afternoon Acoustic

Posted by Anıl | Posted in | Posted on 20:05

0


'cause every now and then i fall a bit behind
Every time I stare into your eyes