"Ön sözler gereksizmiş,
geç bildim."
Garip bir adam vardı. Bundan on yıllar evvel bir çukura düşüp de hayatını kaybetmeden önce şöyle demişti:
"Bakakalırım giden geminin ardından,
atamam kendimi denize, dünya güzel."
Biri kolumdan tutmuş, hafifçe sarsıyor. Dönüp bakıyorum, alnından akan iki damla yaş telaşını ele veriyor. "Ağabey, ne zaman gitti tren?" diye soruyor. Gözlerimi kısıp başımı hafiften sola kırıyorum. "Anlamadım" demenin vücut dilindeki karşılığıdır bu. Umarsızca kolumu sıkıyor ve yineliyor: "Söylesene be adam, ne zaman gitti şu siktiğimin treni?" Buralarda yeni olduğu her halinden belli. Farklı gişelerinde, farklı peronlarında, farklı banklarında, farklı büfelerinde geçirdiğim yıllardan aldığım tecrübenin verdiği vakar ile yanıtlamaya karar veriyorum:
- Merak etme, hep bir yenisi gelir.
"Uzundur ömür meraklanma,
mühimdir yalnızlık, telaşlanma."
Yıllar önce aynı istasyonda birlikte tren beklediğim biri vardı. Gelip geçen ve pek tabii kaçıp giden binlerce trenin ardından bir gün "Bu böyle olmayacak" deyip raylara atlamış ve yürümeyi tercih etmişti. Benim onları beklediğim gibi trenler de beni bekleyebilirdi. Ufuk çizgisinde yitip gidene kadar ardından bakakaldığım şey oydu bu kez. O demirlerin ve çakılların arasında yavaş yavaş kaybolurken ben ise Rodin'in o müthiş heykeline ilham verecek bir duruşla bankta oturmuş, onun gitmeden önce söylediklerini idrak etmeye çalışıyordum: "Bizler doğru zamanda doğru yerde olmayı becerememiş, gölgesiyle bir başına kalmışlarız. Ancak son tren de kaçıp istasyonun ışıkları sönmediği müddetçe senin için umut hep var. Bunca zaman bekleyişinde sana eşlik ettim fakat belli ki ben artık ayaklarıma güvenmeliyim." Başımı kaldırdım. Peronun ışığı tam tepemde de olsa yanıyordu. Gölgem dibime düşüyordu ama bu da bir şeydi. İdrak etmiştim, artık sindirme zamanıydı.
"Duygular, saygılar eşyalardan sonra
yazılmış suya, bir zamanlar aşk olsan da."
Sahi, ne zaman gitti tren? Bir ben kaldım, bir de gölgem. Saatim mi geri kaldı, bilmem. Oysa ben istasyondaydım. 20'li yaşlarımın arifesinde onlarca umudu, heyecanı, beklentiyi sığdırıp geldiğim valizim ile birlikte neden hâlâ burada, bu istasyondayım? Soruları kendim soruyor, cevapları başkasında arıyorum. Biletim de vardı benim oysa, yerleşecektim bir kompartımana, gideceğim noktayı düşünmeden güz manzaları eşliğinde yolculuğun keyfini çıkaracaktım. Tren başka bir istasyonda yeni yolcularını beklerken inip bir simit ile ayran alacaktım. Bir büfeye uğrayacaktım belki, gidenlerinin ardından gözyaşı dökenlere birer kağıt mendil verecektim.
"Bir rüzgara kapıldık biz,
yelkenler delik deşik,"
İstasyon mu büyülü yoksa trenlerin umutlarım ve heyecanlarım yerine korkularım ve kaygılarımı yüklenmesinden mi çekindim, söylemesi zor. Tek bildiğim hâlâ istasyonda oluşum. Üstelik buraya adım attığım güne kadar geçirdiğim zamandan daha fazlasını geçirmişim burada. Belki istasyonun bir parçası olmuşumdur. Belki de sadece saatim geri kalmıştır, bilemiyorum.
Trenler... Sarı renkli trenler, vagonları bomboş trenler, camları kırık trenler, sahibi belli olmayan valizleri yük edinmiş trenler, beni çağıran trenler, karşılık ver(e)mediğim trenler, karşılık al(a)madığım trenler... Hepsinin uğultusunu içimde, yükünü sırtımda taşıyorum. Garın ışıkları hâlâ açık. Bunun ne anlama geldiğini biliyorum. Fakat ben hep geçip giden trenlere bakmaktan bir ara içimdeki treni de kaçırmışım. Birden telaşlanıyorum. İçimdeki gara uğrayıp ışıkları kontrol etmem lazım.
"Atamam kendimi denize, dünya güzel" diyen o garip adamı anımsıyorum tekrar. Konfor alanından çıkabilmiş ve gemilerin ardından bakarak geçirdiği onca zamandan sonra şunları söyleyerek limandan ayrılabilmişti: "Hey, ne duruyorsun be, at kendini denize. Yelken ol, balık ol, kuş ol; git gidebildiğin yere."
Şimdi izin verirseniz içimdeki gara bir uğramam ve ışıkların orada da hâlâ yanık olduğundan emin olmam gerekiyor. Eh, sönmüşse de raylar orada öylece duruyor; ayaklarım da hâlâ sapasağlam.